Bölümdeki şarkılar:
**Olmaz Olmaz Deme – Nil Burak
***Baksana Talihe – Ajda Pekkan
****Papatya Gibisin – Aslı Zeki Güven
🎻🎻🎻

‘Bir garibin yüreğinde kanat çırpar saklı bülbül. Adını sayıklarken yeri yurdu bir dal güldür. Sen kendine o gülün dalındaki diken olmayı mı reva gördün?’
1998
Hozan’ın çağrısıyla herkes sahnenin önüne toplanmıştı. Tek elini belinin ardına sabitleyip sıra halinde dizilmiş ekibe baktı. “Beni tanımayan varsa… Hozan Merxas. Hanımefendi de…” dedi bana dönüp. İsmimi söylemeden duraksadı. “… Ayşen Hanım. Benim menajerim. Aynı zamanda bu gece sahnede partnerim olacak.”
Başımla kısa bir selam verdim. Herkes karşılık verince şaşırmış ikinci kez selam vermeye kalkmıştım.
Beni ufaktan bir heyecan saracak oluyor.
“Şimdi sizi tanıyalım,” dedi Hozan. Sırayla herkese önce ismini sonra sahnedeki yerini sordu. Enstrümanları sorguladı. Sanıyorum söyleyeceği şarkıları belirlemede ölçüt olarak kullanacaktı. Çünkü ara ara bazı şarkıları çalıp çalamayacaklarını da soruyordu.
Herkesle konuştuktan sonra ceketini çıkardı. Sonra cüzdanını ve saatini. Ceketle eşyalarını bir masaya bırakıp sahneye atlayarak çıktı. Gömleğinin manşetlerini katlamaya başladı. “Hadi bakalım. Sahneyi kuruyoruz gençler!” Bana döndü. Elini uzattı.
Uzattığı eli düşünmeden tuttum. Bir ayağımı kaldırıp sahneye koyduğumda beni kuvvetle çekip yanına almıştı. “Yanımdan ayrılma.”
“Tamam,” dedim hiç itirazsız.
Gülümsedi. Elimi bıraktı. Baterisini kuracak olan çocuğun yanına geçti. Onunla birlikte kurmaya başladı. Hemen yanında duruyordum. Yanından ayrılma derken bu kadarını kastetmiş olduğundan değildi de yapacağım bir şey olmadığındandı. Kurulumunu tamamlayınca çubukları alıp vurdu birkaç kez. Çocuğa verip ondan dinledi sesi. Yarım dakika sonra omzunu sıvazlayıp onay verdi ona.
Sazının dizine yaslamış olan abinin yanına geçti. Ben de peşinden gittim kuyruğu gibi. Abi direkt bir türkü tıngırdattı profesyonellikle. Yeterli gelmişti Hozan’a. Yere oturup sazı kendi kucağına aldı. Telinde parmağını gezdirdi, durdu. Sanki kendi de çalacak gibi kafasında bir şeyler tarttı. Kenardaki zurnayı alıp başlığının temizliğini kontrol edip üfledi. “Tamamdır burası.”
Yerden kalkıp ilerideki gencin yanına gideceğinde durdurup sordum. “Şu an ne yapıyoruz?”
“Güvenmediğim ekiple insanların karşısına çıkamam.”
Konserlerine hep kendi ekibiyle çıkardı. Ben ses ve görüntü taklidiyle uğraşırken o çapta bir prodüksiyona kalkışamamıştım tabii. “Herkesi mi kontrol edeceksin?”
“Herkesi. Kendimi bile,” dedi.
Hakikaten de herkesle tek tek ilgilendi. Kesinleşen bir parçanın girişini çalmalarını istedi. Senkronizasyonlarına kadar kurcaladı. Sahneden aşağı atlayıp masaların arasından dinledi bir de. İki elini havaya kaldırıp yükseltti. Çalgıcılar mikrofonlarını ona göre yaklaştırdı. Baş parmağıyla işaret parmağını birleştirip bir onay verdi herkese. Beni buldu ıslak boncuğum mavileri. “Şimdi sıra sende.”
“Bende mi?” Mikrofonu işaret etti. Oradan konuşmamı ister gibi. Mikrofona doğru yanladım. “Ben tam olarak ne…” Elini yere doğru indirdi. Sesi kısmamı işaret ettiğini anladım. Mikrofonun sesini kısayım dedim. Bir cızırtı hoparlörlerde patlama sesi kadar şiddetli yankılandı.
“Sakin!” dedi koşarak sahneye atlarken. Mikrofonu benden aldı. “Bana bırak.”
“Genelde sahne hazırlandıktan sonra çıkartırlar beni,” dedim deneyimsizliğimi fazla görmesin diye. Utanmıştım da biraz. “Mikrofonun yakınlığını uzaklığını şarkıya girince ayarlarım ben.”
“Ayarlamazsın,” dedi destek çubuğunun boyunu bana göre indirirken.
“Ayarlarım,” dedim hemen. “Birkaç saniyemi…”
“Şarkıya kötü bir giriş yaptıktan sonra elin ayağına dolaşır Serap. Bunları parçaya giriş yapmadan ayarlamış olman gerek. Sen ne kadar hızlı toparlarsan toparla insanlar seni o girişle hatırlar.”
Kimse bana o kadar süreyi vermezdi. Kimse bana şarkı söylemeden önce sahneyi bile vermezdi. Ne sahnesi? Üzerimi değiştirmek için kulis diye temizlik odasını almak için dil döktüğümüz zamanlarım çok eskide değildi.
“Şimdi dene,” dedi bir adım geri çekilip.
“Deneme,” dedim. Sesim hoparlörden çıkıp kulağıma sorunsuz ulaştı. Hozan’a baktım. “Bir. İki.”
Başını salladı. Yanıma yaklaştı. “Sahne süresimiz iki saat.”
“İki saat?” dedim emin olmak için. “Aralarla birlikte mi?”
“Araları çıkarınca.”
Benim en uzun sahne deneyimim bir saatti. Arayla birlikte. O da zaten Hozan’ın taklidiydi. Kendi sesimle sahnede geçirdiğim maksimim süre yarım saati bulmamıştı. Bir barda asıl şarkıcı çıkana kadarki süreyi doldurmak için ben sahne almıştım. Çok da bir şey kazanmadığım bir işti.
Ben herhangi bir sahnede şarkı söylemeden bile iki saat durmamıştım. İzin verilmezdi. Şarkı başına para veren yerlerde dakika hesabı yapardık. Sesim güzel diyen çıkar söylerdi. Profesyonellik aranmayanlar yerlerdi.
Ben hiç saatlerce sahnede kalmamıştım. Ben hiç gerçek bir sanatçıyla sahne almamıştım!
Şimdi Ozan’la şarkı söyleyeceğim.
Hozan Merxas’la.
“N’oldu?” diye sordu suskunluğumdan sonra.
“Heyecanlandım galiba.” Elimi yüzüme yelpaze gibi salladım. “Bir saniye.” İki saati nasıl dolduracaktık? “Ben de söyleyeceğim değil mi?” Kesin miydi bu?
Gülümsedi. “Zaten sahnedesin Serap. Telaş yapma.” Önüme geçti. “İlk birkaç şarkı sahnede durursun sadece. Alıştığında ve ben de yorulduğumda senin sıran geldi sayarız. Böylesi olur mu?”
“Olur,” dedim hemen. “Ama ben ne söyleyeceğim?”
“Sahne sana söyleyecektir. Bana güven.” Elini omzuma koydu. “Kendine güven.”
Kendime güveniyordum. Sesime çok güveniyordum. Sadece kötü deneyimlerim vardı. Üç beş dakika etmeyecek şarkılardan sonra sahneden indirilmişliklerim heveslerimi kırmıştı.
Ama burası başka sahne, başka zamandı. Sadece ben aynı bendim. Bir de Hozan’laydım işte.
Peki Ozan sesimi beğenecek mi?
Giriş parçasını belirlemek üzere çalgı ekibinin yanına döndü Hozan. Dirseklerini bateriye yaslamış, eğilmişti öne. Birkaç şarkı ismini gezdirdi sohbette. Ben de atletsiz olduğunu bildiğim teninin gerilen beyaz gömleğinin altından sergilenişinde gezdirdim gözlerimi o süre boyunca.
Sahneye yakışıyordu Hozan. Pek çok kızın kalbini daha sesi duyulmadan çalabilecek kadar yakışıklıydı zaten Ozan. Onu sahneyi hazırlarken izlemenin de böyle güzel olacağını bilmezdim bu yüzden.
Gözümü ondan alıp bu gece ne söylesem uygun olur diye zihnimin içinde bir tartışma başlattım. Muhtemelen en fazla iki şarkılık iznim olacaktı. Kendi sahnesinde üçüncü bir şarkı için müsamaha göstermek istemezse onu anlardım. Pek çok şarkıcı öyle yapardı. Sahnesinde başkasını aydınlatan bir ışık gözlerini yorardı. Sahnede şarkı söylemek için var olanlardı onlar çünkü. Başkasını dinlemek için durmazlardı.
Hem belki gelen müşteriler de istemeyecekti beni. İnsanlar ünlü olanı dinlemeyi severdi. Hozan dururken beni dinlemek hoşlarına gitmeyecekti.
Bu yüzden olsa olsa iki şarkı söyleyeceğim diye üç parça arasından sesime yakışacak ikiliyi seçtim.
“Aha!” dedi Hozan. “Basıldık.” Giriş kapısındaki kalabalığa baktı. Bana döndü sonra. “Bizim yaşlılarımız dakiklikten öte ilk gelen olmayı seviyor.”
Sahne almamıza daha vakit vardı. “Çok erken. Ne yapacağız?”
“Bizim kadrimizi tutup gelene biz de kıymet verip gideceğiz,” dedi sahneden atlayarak inerken. “Hûn hemû bixêr hatin!*(Hepiniz hoş geldiniz!)” dedi iki elini kaldırıp mekânın sahibiymiş gibi karşılarken.
Ben de peşinden sahneden inerken Hozan en yaşlıların ellerini öpmekteydi. Gençlerle el sıkıştı. En öndeki masalara yerleştirdi insanları. Hamit Bey’e haber yollatıp çay servisi başlattı.
Hozan ardına bakıp beni bulunca yanına diğer masalardan boş bir sandalye çekti. Gözleriyle oraya oturmam için işaret yapmıştı. Herkese hitaben başımla selam vererek oturdum Hozan’ın yanına. “Ayşen,” dedi beni göstererek. “Menajere mine*(Menajerimdir).”
“MaşAllah,” dedi bıyıkları siyah, saçı aksi gibi bembeyaz bir adam. “Xalkê kû ye?*(Nereli?)”
Soru Kürtçe olunca Hozan’a doğru baktım. “Nereli diye soruyor.”
Onu anlamıştım. Ama hemen cevap versem Kürtçe bildiğimi açık etmiş olurdum. Hem nereli olduğum da komplike bir durumdu. O yüzden son bulunduğum yeri söyledim. “İzmir.”
“Izmir?” dedi adam. “Izmir pir xweşe!*(İzmir çok güzeldir!)” Gülümsedim. Parası olana her yer güzeldi.
“Tu çend salî?*(Kaç yaşındasın?)” diye sordu yanındaki bıyığı ondan siyah olan amca. Bıyıkları ayakkabı boyasıyla boyanmış kadar dipdiri bir siyahken saçlarının ondan önce beyazlaması büyük talihsizlikti.
“Yaşını soruyor,” dedi Hozan.
“Yirmi iki, dersin.”
“Sî û sisê*(Otuz üç),” diye çevirdi Hozan.
Sayılarla aram çok iyi değildi ama yirminin bîst* olarak söylendiğini biliyordum. Hozan’ın dediği yirmili bir sayı olamazdı. Otuz üç demiş olabilir miydi? Şaşırmış mıydı? “Sen ne dedin?”
“Çeviri yaptım sadece,” dedi gayet normal bir sesle.
“Yoh yaw,” dedi adam bana bakıp. “Piçûke.*(Küçüktür.)”
Piçuktum tabii. Hozan yanlış çevirmişti. “Ne diyor? Bir şey diyor.”
“Daha yaşlı gösteriyormuşsun.”
Şerefsiz Hozan! Bilerek yanlış çeviri yapıyordu. “Daha kısa bir şey söyledi sanki.”
“Kelimenin anlamı uzundu,” dedi Hozan bana. Sonra adama dönüp konuştu. “Piçûk xuya dike lê mezine.*(Küçük görünüyor ama büyüktür.)”
Yalan söylüyordu! Ben bunu nasıl düzeltecektim? Adamlara baktım sevecen bir gülümsemeyle.
Vallahi piçukum amcalar.
“Hê ne zewicîye?*(Daha evlenmemiş mi?)” dedi bıyıkları fazla tütünün azizliğine uğramış, diğerlerinin yanında sararmış bir beyaza dönmüş daha yaşlı bir amca.
Hozan’a baktım durumu nasıl toplayacak diye.
Şerefsizlik yapma Ozan. Bende evlenecek göz var mı?
“Na, zewicîye*(Hayır, evlidir.)” Kulaklarıma inanamadım. Kürtçeyi konuşmaya konuşmaya unutmuş muydum? Yanlış mı çeviriyordum? Yoksa Hozan benim için evli mi demişti? “Sê qîzi wî jî hene.*(Üç kızı da var bunun.)”
Kendi tükürüğümde boğulacak oldum. Öksüremedim bile. Zor bela yutkundum. Üç kızım mı vardı? Bu artık yanlış çeviriden de öte yalan dolandı!
Evlenmek gibi bir hata yapıp üzerine çocuk mu yapacaktım?!
Ayağımı ayağına vurdum. “Benim hakkımda mı konuşuyorsunuz?”
“Yoo,” dedi rahat bir tavırla ardına yaslanıp. “Benimle ilgili bir şey soruyor. Senlik bir şey yok.”
“Sanki bana bakıyordunuz,” dedim ısrarla. Şimdi Kürtçe bildiğimi açık edip Hozan’ı yalancı çıkarmak vardı. Vardı da sonrasını toparlayamazdım.
“Xwedê ji we re bihêle inşAllah*(Allah size bağışlasın inşallah),” dedi amca bana doğru. Hozan’a döndü çevir der gibi.
İnşallah amcacım. Fakat bende bir tane bile yok ki.
Hozan çevirmeyince dirseğinden dürtükledim. “Bana dedi bu kez. Ne dedi Ozan?”
“Yok. Bana dedi. Allah yardımcın olsun çok konuşuyor bu kız, dedi.”
Hem şerefsiz hem yalancı Ozan!
Gözlerimi kıstım. “Beni kandırdığını hissediyorum. Yanlış çeviriyor olabilir misin?”
“Sonra teşekkür edersin,” dedi sandalyemin ardını tutup toprak yerde sürüyerek geriye çekerken. “Sen saç baş bir şey yapacaksındır şimdi. İçeriye geç istersen.”
Postalanıyordum. O halde burada durmazdım!
Ayağa kalktım. Bileğimden hafifçe tuttu Hozan. “Bu gece sahne iki kişilik ha. Ona göre.”
Git ama bir yere kaybolma diyordu paşam. “Senin gibi,” deyip elimi aldım ondan.
Geçen defa girdiğim kulisi bulmam zor olmamıştı. Eşyalarımız oraya bırakılmıştı. Karşımda açık bir pencere duruyordu. Kaçsam kaçardım aslında. Ama işte bu gece sahne iki kişilikti.
Ve ben sahneden kaçmam Ozan!
Makyaj çantamı çıkarıp saçımdaki tokayı çözdüm. Buradaki birkaç eşyayı da kullanıp geceye hazırlanacaktım.
🎻🎻🎻
Serap’ın peşinden de onunla ilgili sorular gelmeye devam etmişti. Bu yaşlı milletinin dilini iyi bilirdim. Nerelisin, kaç yaşındasın derken bir nabız ölçer, parmağında yüzük görmediği kızın bekar olup olmadığı sorarlardı hemen.
Kadınlar bunu bir kendilerinin yaptıklarını sanıyor olmalılardı. Erkek tarafında daha vahim ilerlerdi bu durum. Bir kız hakkında sual soruldu mu peşinden uygun görüldüğü oğlandan bahsedilir hemen söz alıp ciddiyete bindirmeye kalkalardı durumu.
Serap buranın yabancısıydı. Onu kurtardığımı henüz anlamamıştı. Genç gösterse de otuzlarını neredeyse yarılamış üç kızı olduğu bilgisini girip etrafındaki çemberden onu çıkarmıştım. Açıkçası bu ortamı ben de pek sevmezdim. Kadınlar bunu tatlı tatlı yapar eğlenirlerdi. Bizimkiler neredeyse yanında yüzük olsa takıp hadi bize çay getire bağlayacaktı.
Bu yüzden Serap’ı makyaja gönderip azat etmiştim. Ben de ilk fırsatta kaçmanın peşindeydim.
Yaşlı milleti sırayla babamı, amcamı, abimi sordular. Yetmedi Özdağ’lardan konuyu açıp Mesut enişteme kadar sordular. Yakında Erdem’lerle düğünümüz olacağı için onlardan da konuştuk biraz. Civan’ın iyileşip iyileşmediğinin bahsi de açılınca sohbeti iyice kurdular, kaçamadım bir türlü. Uçar’lardan kim öldü kim kaldı diye hep bir ağızdan öğrenmeye çalıştılar.
Şunu anladım ki ben sahiden kadın ortamını seviyormuşum. Gülüşen, etrafı çeşitle doldurup, birbirini dinleyen kadın topluluğu daha çekilirdi benim için. Bir şarkı patlattım mı kalkıp oynayacak kızlarla olmak güzeldi. Yaşlı erkek ortamı sürekli hizmet bekleyen, sıcak çayı iki hüpletişte bitirip konuşmadığı sürede ses olsun diye kuvvetle geğiren, elde itinayla taşları atlanan bir tesbihin gezdirildiği huzursuz bir ortamdı. Yakın bulduğun kuzenin, abin, kardeşin olmadı mı eziyetti burası. Ortamın misafiri olmasam çoktan sıvışacağım bir yerdeydim.
Bir saat kadar sonra benim üzerimden dönen muhabbet nihayet azaldığında sahneyi kontrol edeceğimi söyleyip sıvıştım aralarından. “Eve döneyim anamın dizine yatacağım. Bu nedir?” diye söylendim kendi kendime.
Sahnedeki herkes son kontrolleri haricinde hazırlardı. Yemeğe gönderdim onları. Ben de kulise geçtim. Girmeden kapıyı tıklattım ne olur olmaz. Serap’ın sesini duyunca kaçmamış olduğuna rahatlamış şekilde girdim içeri. “Hazırlıklar nasıl?”
Saçını yuvarlak yuvarlak çevirmiş çorapla sarmıştı. Yüzünde henüz makyaj yoktu. Elinde iskambil kağıtları, lise çağlarında görünen bir çocukla oyun oynuyordu.
“Oh! Ben içeride altmış beş yaş üstüne dayanmaya çalışayım, sizin keyfiniz burada keyif olsun.”
Serap bana hiç bakmadı. “Ne yapsaydım?” Elindeki bir kartı ortadaki destenin üstüne attı. “Anlamadığım dilde konuşuyordunuz. Sen de yanlış çeviri yapıp üstüne beni postaladın.”
Masadaki çocuğun elindeki desteye eğildim. Birini tutup attım ortaya. “Yanlış çeviri yaptığımı nereden anladın da?”
Elindekilerden birini hiç düşünmeden attı Serap. Ortadakilerin hepsini almıştı. “Bazen hissedersin Ozan.” Destesine bakıp tek kaşını kaldırdı. “Ayrıca şarkı ezberlerken bir iki kelimeyi öğrenmek çok da zor değil.”
Çocuğun elindekilere baktım. Ölüydü kartlar. Alıp ters çevirip koydum masaya. “Hani hiç anlamıyordun?” Çocuk müsaade isteyip ayrıldı aramızdan. Kapıyı çekip çıktığında bıraktığı boşluğa oturmuştum. “Hadi İzmir’de yaşıyorsun diyelim Serap, ona tamam. Ama aslen nerelisin sen? Ana? Baba? Kütük?”
Elindekileri ters çevirmeden koydu masaya. Destesindeki her kart kıymetliydi. İyi bir biriktiriciydi. “Kütük devrilip yuvarlanalı çok olmuş Ozan. Oraları boşvereceksin.”
İzmir’li olmadığının itirafı saydım bunu. Vardı doğuya bir yatkınlığı. Bulacaktım. Telefonum çalınca dikkati oraya verdim. Arayan yengemdi. “Ooo… Zühre Hanım,” diyerek açtım.
Serap’ın gözleri beni buldu. Yengem konuştu. “Hozan iyi misiniz? Neredesiniz? Ne yapıyorsunuz Allah aşkına?”
Yine dramatik bir ses tonu. Kolum koptu desem ağlamaya hazırlıklıydı. “Ne olmuş?”
Yakınlarından Kerem’in mızmızlanma sesi geliyordu. “Abin Baver’i aradı. Seni sorduk geçiştirdi. Öyle kalabalık bir yerdeydi ki hemen kapadı. Geri aradı abin, açmadı. Biliyorum Baver’i. Kesin yalanlarıyla kandıracak beni. Sen söyle Allah aşkına. Başınıza bir şey…”
“Yav yenge,” dedim arkama yaslanıp. “Valla sen olay olmadı mı sıkılıyorsun artık. Yok artık dramatik şeyler. Kendimize oturmuşuz, takılıyoruz.” Abim neredeydi bilmiyordum. “Abim de burada. O kalabalık sesi sahneden geliyordur. Akşama konserimiz var. Hozan Merxas sahnelere dönüyor!”
Serap pür dikkat beni dinliyordu. Hani sesi hoparlöre alsam telefonu da dinleyecek gibiydi.
Yengem dediğime şaşırmıştı. Ona bir Taklitçi’m olduğu için başıma gelenleri anlatmak yerine gelmişken eski takvime göre konser vereceğimi söylemekle yetindim. Attı üzerindeki melankolik havayı. Burada olmak istediğini söyledi. Hiç konser verdiğimi görmemişti.
“Gelince çalacağım ben seni abimden. Çocuklarla yengeme özel konser vereceğim merak etme. Hadi herkese selam söyle.” Karşılıklı vedalarla telefonu kapattığımda beni izleyen kıza döndüm. Göz kırparken sordum. “Hayırdır?”
“Yengen miydi?”
Gerinirken gülümsedim. “Yenge dediğime göre?”
Kafasında bir şeyi oturtamıyor gibiydi. “Yok bir ara Zühre Hanım dedin gibi oldu da sanki.”
“Hee,” dedim düzelirken. “Adı Zühre çünkü.”
“Nasıl?” diye sordu bir nefeste. Gözleri ardına kadar açılmıştı.
Neye şaşırmıştı bu kadar?
Hemen toparladı kendini. “Ay pardon. Böyle saçma sapan tepki verdim gibi oldu ama…”
Yakalamıştım. “Yengemin adının Zühre olmasına neden şaşırdın bu kadar?” Denemek için sordum. “Başka bir isim mi biliyordun yoksa? Belkıs gibi.”
Gözlerini kaçırıp kalktı yerinden. “Hayır canım. Onları nereden bileyim? Sahne heyecanı tuttu beni.” Aynanın önüne geçti. Oradan bana kaçamak bakışlar attığını oturduğum yerden görebiliyordum.
“Belkıs yengemi duymuş muydun?” diye sordum aynadaki yüzünden gözümü ayırmadan.
Yansımamdan beni buldu gözleri. “Hani Zühre’ydi adı? Belkıs kim?”
Gözlerinde bir merak oynaşıyordu. İki isimli birinden bahsettiğimi düşünmüyordu. İki farklı adamın eşleri olduğu için yengem sayacağım iki isimden bahsettiğimi de düşünmüyordu. Bu kız benim hakkımda benden öte bir şeyler biliyordu.
“İkisi de yengem.”
Birden ardına döndü. “Abin kuma mı getirdi?!” diye bağırdı.
Ailem hakkında kesinlikle bir şeyler biliyordu. Yenge dediğimin amcamın ya da kuzenimin eşi olabileceğini hesap etmiyordu. Bu iki ismi direkt abimle bağdaştırıyordu. Ama Serap kimdi ki bunları bilebilecekti?
“Hayır. Belkıs yengem hakkın rahmetine kavuştu. Zühre yengem sonra geldi.” Kirpikleri kırpıştı ama gözlerini kapamadı. Tek kaşı kırıldı. Nasıl olduğunu soracak da kendine mukayyet olmaya çalışıyor gibiydi. “Peki sen benim yengelerimi nereden biliyorsun Serap?”
“Bilmiyorum,” dedi hemen. “Nereden bileceğim?” Ardına döndü. Masanın üstünde bir şeyler aranır gibi dolandı eli. “Ama yine de… Başın sağ olsun. Yengen için.”
Sesindeki hüzün tanımadık biri için olamazdı. Yerimden kalktım. “Aileme kadar soruşturdun beni değil mi?” Yakınına yaklaşıp omzumdan tutup çevirdim kendime. Gözümü gözüne diktim. Benden tedirgin olmuyordu hiç. “Ya da zaten başından beri tanıyorsun bizi?”
“Saçmalama,” dedi yüzünü çevirip.
Çenesinden tutup yüzünü kendime çevirdiğimde sorgumu sürdürecektim ki kapı çalmadan açılmıştı. Hamit abiydi. Serap’tan ayrılmak durumunda kaldım.
Hamit abi çevresine ikinci defa rezil olmamak için zaman daraldıkça geriliyordu. Sürekli gelip bir şeyler soruyordu. Onu köşeye çekip sürecin nasıl işleyeceğini tane tane açıkladım. Serap o sıra aynanın önünde makyajına odaklanmıştı. Hamit abi gidince kapıyı kapadım üstümüze. Vakit daralmıştı. Takım elbisemi alıp banyoya geçtim. Giyinip çıkmam beş dakika sürmüştü. Serap hâlâ makyaj yapıyordu.
“Hepsini sürdün mü? Belki sürmediğin bir renk kalmıştır,” diye sataşmak istedim.
“Kaldı,” dedi paletini yana itip. “Al sen sür. Pek meraklısın.”
Güldüm dediğine. Komik kızdı. “Heee… Yekta’nın oğlu da qûnek*(G*tveren, *bne) olmuş desinler?”
“Desinler,” dedi gülümseyerek.
Dediğim kelimeyi anlamış mıydı? Kaşlarım çatıldı. “Ayıp ediyorsun ha.”
“Niye?” diyerek rujunun kapağını açtı. “Anlamı ne ki? Sana uyumlu gibi geldi.” Anlamını pekâlâ biliyor gibi gülüyordu.
Sahneden sonra görüşeceğiz Serap. Bunların hepsini görüşeceğiz!
Rujun yoğun kırmızı rengini sürdü, kapladı dudaklarını. Taşan kısımları parmağıyla silmeye kalktı. Kenarlarında pembemsi bulaşlar bırakmasına sebep olmuştu bu. Oflayarak bezle sildi. Sonra kirpiklerini kıvırmaya geçti.
Aynaya yaklaştım saçlarımı spreyleyip taramak için. Aynada kendi yansımama odaklanamayacağım kadar dikkat çekici hareketler yapıyordu. Ağzı açık kirpik boyamak gibi.
“Salyan akmıyor mu öyle?”
Ağzını kapayınca eli de durmuştu. Bana döndü. “Kendi işine baksana!”
Susunca canım sıkılıyordu. Sataşmak istiyordum. Karşılıklı gerginliği alırdı.
“Saçımı ne tarafa yatırayım dersin?” diye sordum yuvarlak tarağı alınca.
“Ozan zaten hepi topu iki seçeceğin var.” Makyajına ne kıymet veriyordu? Dönüp suratımıza bakmıyordu. “Ekstra seçenek istersen de geriye atarsın.”
Nihayet makyajla işi bitmişti. Kıyafetini alıp banyoya geçti. Bıraktığı yeri alıp saçımı spreyleyip taramam yine birkaç dakikamı almıştı. Hazırdım işte.
Bir elbiseyi giymesi bile dakikalarca fazlasını nasıl alıyordu? Kapıya yaslanıp tıklattım. “Serap! Ayşen! Her kimsen! Çık hadi!”
Anında açıldı kapı. Yalpaladım üzerine doğru. “Her kimsen de ne demek?”
Giyinmişti. Kafasındaki çorapları da çekmiş, dalgalı bir at kuyruğu yapmıştı. Önden iki dalgalı tutamı süs niyetine bırakmıştı. Gözlerinde bu defa üstüne uysun diye beyazımsı bir sim vardı. Bir tek kıpkırmızı dudakları alıyordu tüm dikkati.
Güzel… Güzel olmuştu.
“Hazırım işte.”
“Ben de,” dedim aralık kapıya iyice yaslanırken. “Öyle çoktan.”
Gülümsedi. Kırmızı dudakları kıvrıldı. Söylemeden edemedim. “Ne de güzel olmuşsun.”
Gözleri gözlerim arasında bir gerçeği aranır gibi gidip geldi. “Teşekkür… ederim,” dedi. Gözlerini yere indirdi. “Sen de…” dedi. Kapıyı tutan elini salladı. “… hoş olmuşsun böyle.”
“Hoş mu?” diyerek doğruldum. “Fazlası olmuşumdur. Bir yanlışın olmasın?” Çenesinin altından tutup kaldırdım yüzünü. “Bir daha bak.”
“Yaaa,” diyerek elime vurdu. Gülmüştü. “İyi olmuşsun işte. Hadi!”
Yanımdan geçip gidecek oldu. Önüne geçtim tüm bedenimle. “İyiden de iyidir. Az daha bak.”
Elini göğsüme vurdu bu defa. “Of! Çok iyi olmuşsun işte. Kabul mü? Daha ne diyeyim? Heyecanlıyım zaten.”
Yamacımdan geçip aynanın önüne ilerledi. Sırtı sabahkinden daha açık göründü gözüme. Kalçasına kadar! Saçını kontrol etmek için kollarını yukarı doğru hareket ettirdiğinde kıpırdanan kemikleriyle oynaşan çıplak teni… Birlikte alıp getirmemiş olsak aynı elbise olduğuna kanaat getiremeyecektim.
“Sen üşümez misin böyle?”
“Ay evet. Arkası çok açık,” dedi elini ardına uzatıp. Kıvrılan elbisenin yan açıklığından sütyensiz göğsünün yamaçları görünür oldu. “Ama elbisenin olayı bu. Üzerime hiçbir şey alıp mahvedemem.”
Elbiseye olayından fazlasını verecek hareketler yapmaması gerekti. Neyseki sahnede benimle olacaktı. Davetli olan herkes onu önden görecekti. “Yine de üşürsen…”
“Yok, yok,” diye geçiştirdi beni. Önüne döndü. O sıra kapımız aralanmıştı. İskambil oynayan genç, garson kıyafetleriyle gelmişti. “Herkes hazır Hozan abi.”
O zaman bizim için de sahne zamanı gelmişti!
🎻🎻🎻
Kalbim gereksiz hızlı atıyordu. Sahneye giden yoldaydık. Hozan garsonla önden giderken ben tek bildiğim kısa sureleri şaşırmadan okumak için bilerek yavaş ilerliyordum arkalarından. Ama kalbim her zaman benim hıyanet gördüğüm yer olmaya ant içmiş gibiydi. Sahneye yaklaştıkça çarpışının aralıklarını azaltıyordu. Sahneye bu şekilde çıksam kriz geçirip beni rezil rüsva edecek gibiydi. Böylesi bir heyecanı daha önceki sahnelerimde yaşamamıştım. Para kazanacağım işlerde bu heyecan olmamıştı bende.
Bu defaki heyecanımın adı Hozan’la eşti. Biliyordum.
Ardından yürüyüşünü izledim. O kahvesi benimkinden açık saçlarını yine ağırlığı bir tarafa vermek suretiyle iki yana yatırışına kadarını seçmiştim. Siyahtan laciverte dönen takımının onda yarattığı değişimi fark edecek kadar derin izlemiştim. Bu kadar özenle izlendiğinden haberi olmasına gerek yoktu.
Sahneye vardığımızda güçlü alkış sesleri irkiltti beni. Islıklara karışmış Hozan’ın adının yankıları karşılaşmıştı bizi. Genç erkekler arka masalarda ayağa kalmış, ıslık çalıyorlardı. Hozan birkaç basamağı çıkıp sahnenin ortasına kadar varana kadar durmadı o alkış.
Ellerini iki yana açtı Hozan. Başını eğerek selamladı herkesi. Alkış daha da güçlendi. Mikrofona doğru geriledi. Büyükleri Kürtçe selamladı önce. Sonra Türkçe selamı tekrar etti.
Sahnenin arkasından onu izlemek demek yüzünü görememek demekmiş. Bir parça üzülecek oldum buna. Tam o sırada bana döndü. Elini uzattı çağırır gibi. “Hatta bu gece tek de gelmedim. Bir arkadaşım eşlik edecek bana.”
Hozan’ın eli hâlâ beni beklemekteydi. Elbisemin eteklerini kavrayıp sahneye nasıl çıktığımı bilemedim. Elim eteklerimde diye elini tutamadım. Zaten o da tutmamı beklememiş, indirmişti hemen. Yanındaki mikrofonlu alanı gösterdi geçmem için. Oraya geçerken bir alkış almıştı kulaklarımı. Alkışlayanlara baktım. Alkış sesi yanımdan da geliyordu. Hozan da alkışlıyordu.
Bu sefer alkış benim içindi.
Hayatımda alkış sesi duymamış bebekler gibi afallamamın üzerine ilk adımını atıp ailesini güldüren çocuk gibi sırıtarak başımı eğip selamladım herkesi. Sonra alkışlarına katıldım.
Hozan’ın istediğiyle sahneye iki sandalye getirildi. Uzun olanlardandı. Oturarak söyleyecekmişiz gibi hesaplanmıştı. Ardıma çekilene oturdum. Hozan da otururken büyüklere hâl hatır soruyordu. Birkaç masada oturanları isimleriyle anmıştı. Sanıyorum aşiretin büyükleri onlardı. Gençler anılan isimleri de kısaca alkışlarken masalar arasında gurur dolanıyordu.
Öylesine bir konser ortamı değildi bu. Düğün salonundayız desem o da değildi. Düğün kadar sıcaktı, samimiydi. Ama gelinle damattan yoksundu. Sahnede Hozan ve ben vardık işte.
Benim üzerimde bembeyaz bir elbise var bir de.
Hozan’a baktım aniden içimde yeşeren hezeyanla. Sanki olmayan düğünümüzde gelin ve damat bizdik. Kendi düğün şarkımızı kendimiz seslendirecektik. Masalara doluşanlar uzaktan akrabalarımızdı. En yakınlarımız ise kapı tarafında olmalıydı. Gelenleri karşıladıkları için görünürde değillerdi.
İşte bu bizim düğünümüzdü!
Kalbimin hızlı çırpınışları tatlı bir sızlamaya dönmeye başlamıştı. Hozan da bana bakmıştı şimdi. Biçare halim yetmeyecekmiş gibi göz kırpmıştı gülümseyerek. Nefesim boynumda bir yerde kırıldı. Titrek bir iniltiye kurban olacak oldum.
Bu hareketinden sonra geceyi düğünümüz görmeye kalkışan gözlerime fazla mı romantik dersin Ozan?
İnanamazsın ama bunun için çok bir şeye ihtiyacım yokmuş benim. Sen gözlerinin rengini parlatan mavilerle damat, ben o parıltının yansıması beyazlarla sana gelin. Aynı sahnede beraber kurduğumuz bir düğündeymişiz derim.
Ben yine fazla mı romantiğim Ozan?
Hozan mikrofonuna dönüp konuştu. “Berî her tiştî em ê ji bo kalikê xwe stranekê bibêjin.*(Her şeyden önce dedemiz için bir şarkı söyleyeceğiz.)” Demek ben gittikten sonra yaşlılar ondan böyle bir rica bulunmuştu. Hozan duygusal bir uzun hava okuyacaktı onun için.
Yerime yayıldım iyice. Heyecanımı bastırana dek buradan dinlemek iyi gelecekti.
Hozan ardına dönüp bir işaret çaktığında önce ışıklar söndü. Sahne karanlığa kaldı. Olduğumuz karanlığın içinde bizi dinleyenler daha aydınlıktaydı. Yüzlerindeki merak, heyecan ve hayranlık tanıdıktı. Hozan’a böyle bakmalar bana aşinalıktı. Aynadaki bir yansımaya bakmak kadar tanıdıktı. Onları anlıyordum.
Gözüm yavaştan karanlığa alışır oldu. Fakat sessizliğe alışamadım. Kalabalığın uğultusunun yanında sahne karanlık ve sessiz kalmıştı. Neden başlamadığımızı anlamak için Hozan’a döneceğimde bir zurna sesi karanlığa peydah oldu ilk. Çok acı bir hikâyenin tohumunu attı üstüme. Bedenimdeki her bir kıl diken misali saplandı tenime. Sesin geldiği yeri buldu gözlerim.
Hozan karanlığın içinde bir zurnayı dudaklarına dayamıştı. Yanaklarının şişip inişleriyle bir ahenge kapılmış parmakları deliklerin üzerinde aşağı yukarı koşturmadaydı. Bu uzun havayı çalan Hozan’dı!
Mikrofonu sabit tutan demiri iki elimle sarıp ona yaslandım. Gözlerimi kırpmadan Hozan’ı dinledim.
Tek bir söz söylememişti. Ama öyle uzun bir hikâye anlatmıştı ki gözlerimi kapasam karşımda ete kemiğe bürünecek bir sahne olacaklardı. Belki Hozan ışıkları bundan kapattırmıştı.
Gözlerim açık gördüm ben o hikâyeyi. Sözsüz bir ezgide dinledim yaşanmışlıkları. Tek bir enstrümanın yakarışında anlattı Hozan. Ben onun nefesinde çığlık çığlığa tanıdım sanki onları.
Birkaç dakika sürdü. Fakat sanıyorum ömrümden birkaç dakikadan fazlasını kopardı Hozan.
Nihayet zurnasını üflemesinin bitimiyle yandı ışıklar. O saniye bir alkış tuttu insanlar. Ben alkışlamak için ellerime sahip değildim henüz. Sarıldığım mikrofon demirini bıraktığımda nefesini düzene sokmaya çalışan Hozan önce tek elini kaldırmış, kulağını bir hava akımından koruyacak gibi kapamıştı. Eli kulağının yamacında durdu. O an işareti almış gibi çaldı tüm çalgılar. Alkışlar susarken alkışa katılmak üzere birbirine kavuşturduğum ellerim muradını alamamakta birleşmiş olacaktı. Hozan bir anda Kürtçe bir ağıda girer gibi girdi şarkıya.
Ellerimi indiremedim. Bu defa sahnenin dışında sönmüştü ışıklar. Herkes karanlığa kalmış, onlara eski bir hikâyeyi anlatacak olan Hozan aydınlıkta kalmıştı. Eli o hikâyeyi az evvel haber almış gibi kulağında, gözleri kapalı söylüyordu Hozan.
Anlattığı hikâye iki kardeşe ait olmalıydı. Yaşlı bir adamın kardeşini kaybetmesini anlatıyordu. Bazı yerleri çok hızlı söylüyordu, çeviremiyordum. Ama acısını ruhumun kırıldığı çizgilerinde titreşmesine dek hissedebiliyordum.
Bu hikâyeyi hiç duymamıştım. Kimin başına gelmişti, kim yakmıştı bu ağıtı, kim uzun havaya dökmüş de bunu diğerlerine anlatmıştı bilmiyordum. Hozan’a ulaşmıştı bir şekil. Hozan da bize anlatıyordu.
Büyüyüp hikâyeler anlatan bir hozan olacağım demiştin Ozan. Yokluğumda hiç değilse güzel bir sözünü tutmuşsun.
Hava daha da soğudu birden. Beni saran basit bir üşüme hali değildi bu. Üzülmekti. Üzülmek de başkasının sıcaklığını gerektiren bir üşümekti.
Birine sarılmak istedim. Hozan’a sarılmak istedim. Ona sarılarak dinlemek istedim. Atan bir kalbin sıcağına ihtiyaç duyacağım bu üzüntüyü kalbime üfleyen Hozan’da dermanı aramam gerekti çünkü.
Nihayet uzun hava bittiğinde bir şeyler daha bitmiş olmalıydı. Ağır bir nefes vermekle sustu Hozan. En az o nefes kadar ağır kalktı eller. Alkışlarla her yer aydınlandı.
Birileri ağlamıştı. Bir masanın etrafında toplanılmıştı. Hozan’ın sahneye çıkınca selam verdiği bir yaşlı ağlamaktaydı. Hozan yerinden kalkıp bir elini kalbine vurup başını eğerek selamladı o masayı. Saygıyı alanlar ayağa kalkıp daha da kuvvetli alkışladılar. Masadaki yaşlı adam bastonuna tutunup kalktı. Diğer elini Hozan gibi göğsüne koyup aldı selamı. Buraya geliş amacı bunu dinlemekten ibaretti, tamamlamıştı.
Masadaki herkes o yaşlı adamla kapıya kadar giderken yerimden kalkıp Hozan’a yaklaştım. “Az önce ne oldu?” diye sordum kısık sesle.
“Şu giden adam var ya…” dedi yürümekte zorlanacak kadar yaşlı olanı izlerken. “…kendi hikayesini okutturdu bana.”
“Onun muydu?” dedim şaşkınca. İlk defa uzun havada dinlediğim hikayedeki birini görmüştüm. Keşke onu daha yakından inceleseymişim. Kardeşine ne olmuştu?
“Onun ve kardeşinin hikayesiydi,” dedi Hozan. Bana döndü. Alnında kurumak üzere terler birikmişti. “Herkese okutmazmış. Dayımdan beridir kimseye okutmamış.”
Bu beni daha da etkilemişti. Hozan’ın dayısının plaklarında dinlemediğim hikayeler kalmıştı. Sonunda onlardan birine ulaşmıştım seneler sonra.
“Çok iyi okudun,” dedim samimiyetle. “Anlamadım ama…” Yalan değil çoğunu çevirmekte zorlanmıştım. “… hissettim. Muazzam okudun. Anlamadan bile hissettim.”
Gülümseyerek karşılık verdi. “Benim dayım büyük bir hozandı.” Biliyordum. “İlk ondan duysaydın böyle demezdin.”
“Sen de pek küçük sayılmazsın,” dedim boyunu kasteder gibi baştan aşağı bakarken.
Bu defa kuvvetle güldü Hozan. Elini omzuma atıp yanına çekti bir anda. “Ah ulan Serap!” dedi ıslak alnını eğip alnımın köşesine vururken. “Ben de bu hüzünden hızla nasıl sıyrılacağım diye düşünüyordum.” Elini benden çekip mikrofona döndü.
Fakat elinin sıcağı kalmıştı omzumda. Soğuk hava yavaş yavaş da olsa koparacaktı o dokunuşun izini benden. Ama alnımda da Hozan’dan kalma bir ıslaklık vardı. O hemen kuruyacak gibi değildi.
“Aha…” dedi Hozan dağılan dikkati sahneye çekmek için. Yaşlıyı yolcu edenler dönmüştü. Masada yaşlıların yeri boş kalmış, akabinde arka masalardan gençlerin akınıyla boşluklar kapanmıştı. “Hani mendil nerede Hamit abi? Halay mendilini bizden saklayacaksın?”
Gençler daveti almış gibi yerinden kalkarken çok da hareketli olmayan bir halayı ağırdan başlatmıştı Hozan. Çalgılar çalmaya başladı önce. Hamit abinin gönderdiği garson her masaya mendil atıyordu. Mendili kapan ortaya çıktı. Halaya durduklarında Hozan mikrofonu direğinden kapıp sahnenin ucuna gitmişti.
Şarkının sözleri acıklıydı yine. Adama sevdiği kızı vermemişlerdi. Ama yine de ağır da olsa halaya durmuşlardı. Sanki kızın başkasıyla evlendiği düğününe gelmiştik. Usulen halay çekilmeliydi fakat öylesine. Şevkle değil, metanetle.
Oturduğum yerden Hozan’ın sesinin keyfini sürüyordum. Gitseydim bu keyiften mahrum kalacaktım. Kaçmadığıma ilk defa pişman olmadım. Mikrofona yaslandım.
Hozan sahnede öyle sallanmıyormuş. Ama dümdüz de durmuyormuş. Mikrofonu tutmayan eli yanında ritimle inip kalkarken bir ayağının ucu da sürekli yeri dövüyor, sanki kendinden bir davul gibi vuruyordu sahneye. Sadece sesiyle söylemiyor, bedeniyle de bir enstrüman olup şarkıya karışıyordu Hozan.
Haklıymış Hozan. Onu taklit ederken şımarık bir sanatçı gibi davranarak şahsına hakaret etmişim meğerse. Hozan sahneye çıkana kadarki süreçten, sahneyi sahiplenişine kadar bir sanatçıydı. Hikayeler anlatan bir hozandı.
Sesimi benzetmekle taklit edemeyeceğim bir sanatçı olmaktaydı.
Şarkısı bitince halay çeken ekip de durmuştu. Devam etmek istiyorlar gibi Hozan’a bakmışlardı. Hozan kırmadı onları. “Şemmo!” diye bağırdığında hep bir ağızdan çığlık atar gibi katılmışlardı. Hozan dönüp sıradaki halayı başlatmaları için selam çakmıştı ekibe.
Şemmame çalmaya başladığında Hozan mikrofonu mendil gibi sallayarak bana doğru gelmişti. “Hadi artık. Alıştım de!”
“Ne?” dediğimde önümdeki mikrofonu kenara almıştı. Kalkmamı istemiş diye anladım. Kalktım.
Hozan hafif hafif başını sallayarak kendi sandalyesine döndü. Mikrofonu direğine saplayıp ceketini çıkarttı. Sıcaklamıştı. Sandalyesine astı ceketi. Gömleğinin manşetlerini katlarken “Hah ha!” diye bağırdı mikrofona. “Kimse oturmayacak ha!” dedi bana doğru bakarken. Elini uzattı. Büyükler olmadığı için bu defa tutmamı bekliyordu.
Benden tam olarak ne istediğini anlamıyordum. Yanına doğru yanaştım. Havadakini elini tuttuğumda elimi kendi eliyle bütünleştirip arkaya götürmüş, beni yan duracak şekilde yamacına çekmişti. O zaman anladım. “Sakın bana…”
“…halay çekeceğiz!” diye mikrofona bağırarak tamamladı sözümü.
“Ben bilmem,” dediysem de dizlerini kırarak hafifçe eğilip kalmıştı bile.
“Taklit et!” dedi mikrofondan uzaklaşıp, kulağıma doğru. “Halay çek benimle.”
Allah’tan elbisemin eteği uzundu da adımdan yoksun düz duruşum açık olmuyordu. Hozan’ın dizini kırdığı yerde ben de çömelip onun kalkışıyla kalkmaya çalıştım. Bunu yapmamız yetmezmiş gibi bir de omzunu omzuma vurmaya başlamıştı. Ona baktığımda saçlarını bozacak bir şevkle başını da sallıyordu.
Gülesim geldi haline. Kendi başına kurduğu halayın başıydı. Mekânın ortasında halay çekenlerden çok eğleniyordu. Girişi uzun tuttuğu şarkıya girerken elimi bırakmadan beni de götürdü mikrofonuna. Halay çekerek söyleyecekti. Sesinin kayacağını, bu yüzden daha az kıpırdayacağını sandım. Ama eğilip kalkacağı yerlerde bile sesinin düzeyini ayarlıyor, kopma yaşatmıyordu.
Ve ben onunla halay çekiyordum. Çok saçmaydı. Bu anın bu kadar romantik olması benim saçmalığımdı zaten. Peş peşe atılmış irili ufaklı halkalar gibi halay çeken topluluğun karşısında, sahnede, Hozan’la el ele halaya duruşumuz romantik geliyordu kalbime. Öyle ki Hozan’ın omuz kırmalarına aynı şekilde karşılık vermeye çalışırken gülmeden duramıyordum. ” Lêxe, lêxe!*(Vur, vur!)” dedi Hozan omzunu omzuma daha çok sürterken.
Daha çok vurdum. Sanki aramızda bir oyuna çevirmişti bunu. Ona eşlik etmek için her defasında bir şevkle vuruyordum kendimi ona.
Terliyordum. Bedenimden sıcak bir hava yükseliyor, Hozan’ın ter atışıyla ben de terliyordum. Ama o daha çok terliyordu. Boncuk boncuk terler alnından yere atıyordu resmen. Bir an elbisemin kollarını avucuma topladım. Uzanıp alnını silmek istedim bilinçsizlikle. Tam o sıra şükür ki şarkı bitmişti. Ardımdan çıkıp yarı yolda kalan elimi hemen indirdim.
“Em ketin!*(Düştük! -Yorulduk anlamında.)” dedi Hozan mikrofona. Elimi bırakmıştı.
Ellerimiz bile birlikteyken terlemişti. Avucumun içindeki parçayla kendi alnımı sildim. Hozan da sahnenin köşesindeki masadan aldığı birkaç peçeteyi ensesine yapıştırmış saçının dibine kadar geldiğinde peçeteyi sırılsıklam etmişti. Bir başka peçeteyle alnından da geçti. Mikrofona döndü. “Hamit abi! Çi dibêjî?(Ne diyorsun?)*”
Hamit abinin konuştuğunu nereden görmüştü? Ona doğru döndüm. Hamit abi sahneye yaklaşmıştı. Hozan mikrofonu alıp ona uzattı. Hamit abi konuşma yaparken Hozan’ın bunu aslında nefesini düzenlemek için kaçamak bir ara olarak kullandığını anlamıştım. İkramlardan bahsedildi. En başta uzun havayı dinleyen yaşlı amcanın ikramı olacakmış. Bu yüzden önemli diye anons geçiliyordu.
Ben Hozan’mış gibi sahneye çıkışlarımda öncesinde oranın Bey’lerini görmüyordum. Onların hikayelerini duymuyordum. Onlar da bu yüzden yapılan ayıba karşılık burada durup dinlemiyorlardı beni. Bir parça daha utandım evvelki yaptıklarımdan.
Hozan mikrofonu geri aldığında ikramlar dağıtılıyordu masalara. “Bu gece sahnede beni yalnız bırakmayan bir arkadaşım var demiştim.” Konu bir anda bana dönünce şaşırmıştım. Dahası Hozan da bana doğru geliyordu. “Halimiz şudur ki sesini ben de daha hiç dinlememişim. Sizle birlikte dinleyeceğim.” Yamacımda durup baktı mekândakilere. Ama bana konuşuyordu kesinlikle. “Ne diyorsun buna? Artık bize bir şeyler söyleyecek misin?”
Mikrofonu bana uzattığında hava akışı hoparlörde yakılandı doygun bir sesle. Gözlerimi kısacak oldum. Ama herkes bana bakıyordu. “Dinlerseniz iki şey de söyleyebilirim,” dedim. Herkes güldüğünde Hozan’ın gülüşü sıcak bir nefesle kulağımı okşamıştı. Göğsümün altından karnıma doğru gıdıklayıcı bir hisse döndü bende. Mikrofona yaklaştım. “Ama Kürtçe söyleyemem. Türkçe dinler misiniz?”
Hozan mikrofonu kendine çevirmeden “Yalancı,” diye fısıldadı sanki. Mikrofonu dudaklarına dayadı. “Büyükler gitmiş. Burada herkesin Türkçesi benimkinden iyidir sanıyorum.” Bana baktı. Fakat bu defa diğerlerine soruyordu. “Ha? Ne dersiniz?”
“Vallah ben daha beş yaşından kendi kendime Türkçe konuşmuşum!” diye bağırdı biri. Herkes ona gülmüştü.
Hozan mikrofonu indirdi. “Sahne senin,” diye fısıldadı. Mavi boncuk gözleri gözlerime tek tek dokunur gibi baktı usul bir sırayla. “Şarkı senin.”
Öyleyse şu kalbimin çılgın atışları kimin?
Başımı salladım tutukça. Söyleyeceğim şarkıyı bildirdim ekibe. Yerime oturmadan mikrofona odaklandım. Derin bir nefes alıp verdim. O sıra Hozan arka tarafa geçmişti. Şarkıya giriş yapılacağı anda elinde kemanla dönmüştü. Kemanı omzuna yaslayışını gördüğümde içimi eski bir fırtınanın rüzgârı okşayıp geçti. Şarkıya öyle başladım.
**”İçimden geçeni sana anlatabilsem. Kalbimin sesini bir dinletebilsem.”
Hozan kemanın tellerinden ustalıkla geçerken bana bakıyordu.
Ah tam da şu an Ozan. Kalbimin sesini bir duysan!
Bana gülümsüyordu. Ona gülümseyerek söyledim.
“Dizine yaslansam bir çocuk gibi. Sanki ayrılmış da kavuşmuş gibi.”
Hozan’a bakarak söylemek çok farklıydı. Tüm göğsümü kavrıyordu ritim. İçimde ne varsa akacak oluyordu bakışlarımdan. Hozan’a vardığında beni ayan edecek sözlerdi söylediklerim. Bu yüzden dinleyenlere çevirdim yüzümü. Ben onlara söylüyorum sayacaktım.
“Olmaz, olmaz deme hiç. Olmaz, olmaz sevgilim. Zaman neler gösterir. Belli olmaz sevgilim.”
Bazıları masasına tünemiş başını hafif hafif sallıyordu ritimle. Bazıları ardına yaslanmış şekilde dinliyordu sadece. Hozan’dan sonra benim tarzım onlara farklı gelmiş olmalıydı. Zevk alıyor olmalarını umuyordum.
Şarkının ritmi kendinden sürerken Hozan’a baktım. Kemanı çalarken bana doğru yaklaşmıştı. Omzuma doğru eğildi. “Rahat bırak kendini. Dinliyorlar seni.”
Ama beğeniyorlar mıydı? Keyif alıyorlar mıydı? Sahneden inmemi isterler miydi? Belki sıranın Hozan’a geçmesi için tahammül ediyorlardı?
Bunu sona gelene dek bilemeyecektim. Şarkımın sona erişindeki alkışın diriliğiyle şaşkına dönmeyi beklememem bundandı. Alkışlar dinerken biri sesini yükseltmişti. “Abla! Ajda Pekkan da var mıdır orada?”
“Nerede?” dedim önce boş bulunup. Herkes gülmüştü. “Bende mi?”
“İnşallah sendedir,” dedi Hozan kendi mikrofonuna doğru eğilip. “Benden çıkacak gibi değil.”
Yine gülüşmeler yankılandı. Ben ise aslında istek parça aldığımı henüz fark ediyordum. “İstersiniz de olmaz mı?” dediğimde kızların yoğun olduğu masadan sevinç naraları yükselmişti.
Benden dinlemek istiyorlardı! Kendi sesimle söylerken, yanımda buraya gelme amaçları olan sanatçı dururken… Benden söylememi istiyorlardı!
Mikrofonu direkten çekip çıkarırken ekip söylediğim şarkıya giriş yapıyordu. Dinlemek isteyenleri daha net görebilme ihtiyacıyla sahnenin önüne yaklaştım. O ana dek Hozan’la halay çekmek harici put gibi dikildiğimi fark etmiştim. Ben sahnede böyle donuk durmazdım. Hele elimde mikrofon, karşımda beni dinleyecek birileri olunca.
Melodiye bırakmaya karar verdim kendimi. Zaten başladığı gibi sarmıştı beni. Ellerim titremesin diye bedenimi iki yanıma sallamamla elbisemin etekleri de benimle gelmiş, iki yana savrulmaya başlamıştı.
Mikrofona dudaklarımı yaklaştırdım. Sorar gibi girdim şarkıya.
***”Gel bana, sor bana, sevgi bu mu diye? Girsene kalbime düşmüşken elime.”
Hozan kemanıyla yanı başıma varmıştı çoktan.
Eteğimin ucunu tutup hafifçe kaldırdım altımdaki spor ayakkabılarımdan dolayı tüle takılıp yere kapaklanırım diye. Yan yan ilerledim sahnenin ucuna kadar.
“Boş veren, boş gezen olsan da bana ne? Ben sevemem kimseyi senin yerine.”
Melodiyi kavramışlardı. Alkışla eşlik ediyorlardı. Bir enstrüman da onların birbirine kavuşan avuçlarının şaklamalarıydı artık. Omuzlarımı iki yana sallayarak katıldım onlara.
“Baksana talihe mal verir kimine. Seni vermiş benim gibi birine.”
Vardığım uçta en yakın olduklarıma seslenir gibi söyledim.
“Yandı yandı içim yandı. İçti aşkı kanmadı.”
Aynı güzergahtan dönmek üzere döndüğümde Hozan’la karşılaşmıştım.
“Kalbimin istediğini… Almak nasip olmadı.”
Hozan’a elimle gerile der gibi işaret yaptım. Gülerek geri geri giderken ne kemanı çalmayı bıraktı ne bana bakmayı. Ben de ona bakarak üzerine gider gibi geçtim geldiğim yollardan.
“Aşk dağıtır gibisin ya, hani bana. Gel bu gece sakın kalmasın yarına.”
Hozan tek kaşını kaldırdı şakacı bir sorgulamayla. Gülesim geldi hareketine. Kızar gibi çattım kaşlarımı.
“Sar beni sarmala, verme başkasına. Kördüğüm ol benimle, sakın açma.”
Hozan kabul eder gibi başını eğip kaldırınca omzuna vurdum dayanamayıp. Güldürüp konsantrasyonumu mahvedecekti.
Sahnenin diğer ucuna gelmiştik. Orada devam ettim söylemeye. Sonra ortalara döndüm geri geri salınarak. Mikrofonu direğe takıp ellerimi belimin iki yanına koydum. Belimin kontrolünü ele alıp iki yanıma nazenin bir kırıtışla gidip geldim.
“Baksana halime gülme deli diye. Akıl ermez bu gönül işine.”
Hozan etrafımda bir tur dönmüş, arkama geçmişti. Nasıl bakıyor göremezken daha rahat olurum sandım. İnadıma kemanın tıngırtılarını kulağımın dibine getirip götürmekle sataşmaya başlamıştı. Elimin tekini arkaya atıp bana yaklaştıkça ittirdim onu.
Şarkının kalanında Hozan’ı defedip yerimde iki yana oynaşıp durmuştum. Nihayet sona geldiğimde alkışlar doyurmuştu beni yine. Yüzümü Hozan’a döndüm nihayet.
O zaten bana bakıyordu. Ağır bir yavanlıkla gülümseyene kadar aklım çıktı vereceği tepkiyi düşünmekten. Ondan hızlı gülüp göğsüne vurdum elimi verdiği rahatsızlık kadar yalnız bırakmayışına minnetle.
Bana ayrılan sürenin sonuna gelmiştim sanırım. Mikrofona dönüp dinleyicilere teşekkür ettim önce. Sahneyi Hozan’a bırakıp arkaya geçeceğimde bileğimden tuttu. Arkama dönmeme engel olmuştu. Yanına çekip mikrofona konuştu. “Hamit abi bir taşla iki kuş mu bu? Nedir sendeki bu bereket?”
Hozan bileğimi bırakmamıştı. Birleşen ellerimizi arkamıza alıp bedeniyle bedenim arasına boşluk sokmamıştı. Hiç yavaşlamayan kalbim yorgunluktan ölmeye yeminler etmekteydi.
Hamit abi sanki geçen küfürler ettiği Taklitçi değilmişim gibi beğeniyle el sallıyordu bana doğru. Keyfi yerindeydi.
Ben de bir kişi parasına ikisine şarkı söyletsem böyle zevkten dört köşe olurdum Hamit abi.
Hozan bana baktı. Ama diğerlerine konuşuyordu yine. “Biz böyle ayaktayken siz oturuyorsunuz gençler. Oluyor mu böyle? De her kes rabe!*(Hadi herkes kalksın!) Dans vaktidir.”
“Yine mi halay çekeceğiz?” diye sordum Hozan’a doğru. Bileğimi tutuşundan onu anlamıştım.
Mikrofonun ucunu kapatıp bana çevirdi yüzünü. Sıcaklamaktan rengi kaynıyordu teninin. “Tango bilmez misin Serap?”
“Tango?” dedim inanamazca.
Uzun havayla başlayıp ağlatmış, kahkahalarla halay çektirmişti. Yetmemiş pop söyletmişti bana. Yine de bu sıralamada tangoya geçmeye kimse hazırlayamazdı beni.
“Tango,” dedi arka taraftakilere göz kırpıp. Mikrofonun ucundan elini çekip demirinden sökerken fısıldadı. “Yalvarırım bilmiyorum deme.”
“Biliyorum ama…” dememle mikrofonu tuttuğu elini sallayarak önümde yarıya dek eğilmiş, selamını vermişti. Mikrofona doğru sordu. “Hanımefendi bu dansı bana lütfeder misiniz?”
Alkış sesleri koptu. Kabul etmem için desteklerdi.
Bilmiyorlardı. Benim kalbim bir davul misali düğün çalgısı ilan etmişti kendini. Gecenin bu vakti demeden göğsüme Hozan’ın hayaliyle vurmaktaydı zaten.
Eteğimi yandan tutup hafifçe kaldırarak yarıya dek eğildim karşılık olarak. Bu benim kabulümdü.
Hozan’la aynı anda doğrulduk. Birkaç adım geri gittim. Hozan da bir o kadar uzaklaştı benden. Şarkının başlamasıyla üç adımı aynı anda geldik birbirimize. Orta yerde birleştik birlikte. Önce ellerimiz kavuştu, sonra diğer elim Hozan’ın omzundan sırtına doğru kondu. Hozan’ın da belimi tutması gerekti ama aramızda tuttuğu mikrofon vardı.
Sağ ayağımla geriye doğru yarım bir daire çizip ilk adımı sağ yana attım. Hozan oraya kayıp göğsüme çarparak karşıladı beni. Belimi tutup dansı yönlendirmesi gereken yerdi. Bu eksiliği tamamlaması gereken ben olacaktım. Onu kendimden ayırmamam gerekti. Sahneyi adımlarken her seferinde uyumla gitmemiz gerektiğinin bilinciyle ritim kaçırmamanın sorumluluğunu üstlenmiştim.
Hozan ise aramızdaki mikrofona fısıldar gibi söylemeye başladı. ****”Papatya gibisin, beyaz ve ince. Eziliyor ruhum seni görünce. İsmin dudaklarımı yakıyor, neden? Nedir bu çektiğim senin elinden?”
Atacağım adımı kaçıracak oldum. Hozan anında mikrofonla birlikte kavradı belimden. Sırtını izleyenlere dönerek asıl ritmi o bozdu. Çizeceğim yarım daireyi bozmuştu. Ayaklarımız dolaşacak oldu. Şarkıyı da kaçıracaktık.
Telaşla omzumdaki elimi indirip mikrofonu aldım ondan. Aramıza soktuğumda boşalan eli çıplak belimi tam kavramıştı. Ritmi tekrar bulduk. Geldiğimiz yerden sonrasını ben söyledim. “Sana soruyorum, neden susuyorsun? Bana bu sevgiyi çok mu görüyorsun? Bilsen söyler miydin gizli hislerimi? Keşke görmeseydim gülen gözlerini.”
Yine dairemi tamamlayıp atacağım adımı daha havadayken bozdu. Belimden tutup geriye döndürdüğünde aynı yere dönmüştük defaatle.
Sözleri bir parça uyarıyla devam ettirdim. “Biliyorum fakat sen de seviyorsun. Anladım çapkınca naz ediyorsun.”
Gülümsemekle yetindi Hozan. Mikrofonu yanından geçtiğimiz sandalyesine bıraktım. Omzundan sırtına doğru kaydırdım elimi olması gerektiği gibi. Terden sırılsıklamdı gömleği. Neredeyse tenine yapışmış gibiydim. Hozan’ın eli de benim belimde hareketlendi. Sanki hızlanacağımızın sinyalini verir gibi parmak uçlarını tenime sürgüledi. “Arkanı dönme,” diye fısıldayarak sırtımı bizi izleyenlere döneceğim anda tekrar dönüşümü bozup adımlarımı mahvetmişti.
Amacını anladığımı sandım başta. Hiç tam tur dönmeyecekmiş gibi ayarladım ayaklarımı. Fakat böyle de Hozan’ın sırtı dönük olacaktı hep. Bunun dekoltemle bir alakası olabilir miydi?
Yüzümü yüzüne kaldırdım niyetini gerçekten anlamak için. Mavi boncuk gözlerine öyle yakındım ki bu kez adımlarımı karıştırmam için onun müdahalesine gerek duymayacaktım.
“Terliyorsun,” diye mırıldandı kulağıma doğru eğilip.
Nefesi nasıl terleyen tenimden daha sıcak olabilirdi? Boynuma dokunmakla karnıma kadar nasıl sızlatabilirdi beni?
Yutkunmaya çalıştım. Belimdeki elini hissetmekten nefesimin kontrolünü kaybedecektim. Yine de lafın altında kalmayacaktım. “Sen de sırılsıklamsın.”
“Islan hadi benimle,” dedi birdenbire. Hiç beklemediğim bir hareketle beni kendi etrafımda döndürdü hızla. Sırtımı gövdesine yapıştırdı. Şimdi çıplak sırtımla onun sıcak teni arasında sadece ter kaplı gömleği vardı.
Bir eliyle dirseğimden bileğime kadar tenime sürtünüp nihayet elimi kavramıştı. Diğer eli içten içe nasıl sızladığından habersiz olduğu karnımı kaplamıştı parmak araları açık kalacak şekilde. Yüzünü saçlarımın arkasında hissettim. Nefesleri tutamlarımın arasından süzülüp başımı döndürmeye niyetli gibiydi.
Bu gece böyle sürecekse mahvolacağım kalbimin elinde.
Birbirimize eş adımlarla sağa sola kaymaya başladığımızda sırtım gömleğine sürtünüyor, Hozan’ınkiyle birleşen kendi terimle kaplanıyordum baştan başa. Kulağıma doğru fısıldadı. “Islandın mı sen de?”
Bu kez sıcak nefesi tenime dağılırken soğuk bir ürpertiyle titretmişti beni. Hozan hissetti teklememi. Burnunun ucunu boynuma sürttü dahasını beraberinde getirmeyi vadeder gibi.
Yutkundum. Ürperti daha içerime düştü. Bu kez düştüğü yeri sağlam belledi. Büyüttü kendini. Tüm bedenimi dolandı izinsizce. Karnımın altına sızdığı anda bir gıdıklama hissine bulandı. “Söyle bana,” derken fısıltıdan yüksekti Hozan’ın sesi. Talepkârdı. Bedenime serpiştirdiği ürpertisini kuvvetle aşağılarıma düşürdü. Attığım adımlarla birbirine sürtünen bacaklarımın arasındaki sıcaklığı kaygan bir sıvıya dönüştürdü. “Islanmadın mı daha?”
Kalbim sızlıyor karnımla aynı zamanda. Islanıyordum Hozan’la. Her yerim… Her bir yerim sızlıyordu ona.
Şarkı bittiği anda rüzgâr yemişim gibi ayılıp koptum Hozan’dan. Kendi mikrofonumu öksüz bırakmışım gibi oraya koştum hemen. Elim kalbimde nefes nefese oturmaya çalıştım yerime.
Hozan o çapkın yarım gülümsemesiyle bakmıştı bana. Sonra döndü dinleyenlere. “Ulan hanzolar! Biriniz bile kızları dansa kaldırmadınız mı?” Erkekler gülmüştü. “Aç adam oynamaz diyorsunuz? Ha? Hamit abi!”
Hamit Bey başıyla onaylayıp yemek servisini başlattığında Hozan bana doğru geliyordu. “Nerede kalmıştık?”
“Moladayız! Değil mi?” diyerek tam oturamadığım yerimden doğruldum alelacele. Kulise doğru Hozan’dan evvel koştum. Odaya girer girmez klimanın serinliği vurunca terim kuruyacak oldu.
Hozan peşimden girdiği gibi kumandayı alıp kapadı klimayı. “Öyle hızlı dalarsan adamı çarpar bunlar.”
Saçlarının terden sırılsıklam olduğunu odanın ışığında daha net görmüştüm. Kapıyı ardından kapatarak kumandayı aldığı yere bırakmak yerine koltuğun üzerine fırlattı. “Nerede kalmıştık Serap?”
Sesi, boynuma sürten burnunun ucunun ürpertisini getirdi üstüme. Nerede kaldığımızı hatırladım.
Geriye doğru birkaç adım gittim. “Ne, nerede..?” demeye çalıştım anlamlı olacağını sandığım bir direnişle.
Gittiğim birkaç adımı kapatmasını ondan istemişim gibi sakin bir rahatlıkla geldi üstüme. “Sahnede…” dedi kendinden emin bir gülümsemeyle. “… nerede kalmıştık?”
Islanıyorduk. Sırılsıklam. Dans ederken.
“Dans?” dedim yaklaşmasından kaçmak için birkaç adım daha geriye giderken. Popom makyaj masasına çarptı. Kaçacak alanım kalmadı. “Dans ediyorduk?”
Gülümsemesi genişledi. Dişlerini gösterir cinstendi. Başını iki yana salladı hafifçe. “Sadece dans değildi.” Aramızda kalan o birkaç adımlık mesafeyi çoktan gelmişti. Yüzünü yüzüme doğru eğdi. “Islanıyorduk beraber.”
Boğazıma bir ağırlık doluştu. Şu noktada yutkunmam elzemdi. Hayır! Nefes almam daha çok gerekti. Ama önce hangisini yapmam gerektiği bilgisi beynimin içinde neredeydi?
Hozan’ın gözlerinin mavisi yüzümün her yerine dökülecekti. Başımı götürebildiğim kadar geriye götürmem gerekti. Ama Hozan da benimle geldi. Dudakları dudaklarımın önünde durdu, aralandı. “Demedin Serap.” Gözlerim dudaklarına düştüğünde yutkunmuştum nihayet. “Islandın mı?”
Dudaklarından çıkan kelimeyi nefes sanıp aralandı dudaklarım. Hozan’ın mavileri kırmızıya boyadığım dudaklarımı buldu.
Bacaklarımın arasındaki kaygan ıslaklık şimdi daha sıcaktı. Hozan’ın dudaklarının arasından sızan nefes kadar sıcaktı. Dudaklarımın arasına sızmasıyla boğazımdaki yutkunma hissinin bir iniltiye dönüşeceği tuttu. Ben o iniltiyi dudaklarımı birbirine bastırıp zor tutmuştum.
“Islanmışsın,” dedi Hozan.
Kapadığım dudaklarım dehşetle aralanacak oldu. Hozan geri çekilirken makyaj masasından bir havluyu kapmıştı. “Terden sen de sırılsıklamsın Serap.” Havluyu bana uzattı.
Islaklık dediği…
Elindeki havluyu kaptım hemen. Yüzümü görmesin diye alnıma basıp masayla arasındaki kapanımdan kaçarak çıktım. Hozan’dan uzaklaşmak için attığım birkaç adımda silemeyeceğim bir ıslaklık iç çamaşırımı kaplıyordu.
“Sahne teriyle klimaya çıkılmaz Serap. Serinleyeyim derken daha beter hale düşürürsün kendini.”
Hozan’a göz ucuyla baktım. Masanın üstünden kendine de bir havlu almıştı. Başının etrafına sarıp karıştırmadan ıslaklığı üstten alır gibi bastırmaktaydı.
Aptal Bülbül! Az kalsın kendini rezil rüsva edecektin Ozan’ın avucunda.
Odanın diğer ucuna doğru terimi siler gibi yaparak kaçamak kaçamak adımladım. Hozan havluyu atıp ıslanmaktan rengi koyulaşmış görülen gömleğini çıkartmıştı. Gözlerimi ondan alıp aynaya çevirdim anında. Kasıtlı bir kaçış gibi gözükmesin diye aynaya yanaşıp rujumu tazelemek için bakınıyor gibi yapmaya başladım.
Yedek gömleğini giyinmeden havlu alıp bedeninin de üstünden geçirdi Hozan. İki ucundan tutup havluyu sırtına atıp gezdirdi teninde.
Ne çok terlemişti? Uyurken terlediği gibi. Sahnedeyken de çok terliyordu demek ki.
Temiz gömleği giymeden aynadan tarafa baktığında gözlerimi kendi yansımama çevirmiş, akabinde dudaklarıma indirmiştim bakışlarımı.
“Sırtını silmemi ister misin?”
“Ney?” diyerek döndüm Hozan’a. Gömleğini kollarından henüz geçirmişti. İliklenmemiş gövdesine bakar bakmaz yüzümü banyo kapısına çevirdim hemen. “Ben kendim kendime hallederim!”
Hozan kaypak bir gülüşle düğmelerini birbirine kavuşturmaya başladığında kendimi rezil rüsva hissediyordum. Birden baktığım banyoya attım kendimi. Kapıyı üstüme kitledim. Elimi kalbimin üstüne koydum.
Bu ne hâl Bülbül? Biraz dur, usan! Karşındaki aynı Ozan!
“Sahne bekliyor Serap!” diye seslenen ses kapının tam ardından geliyordu. “Yardıma ihtiyacın varsa ben hallederim. Aç kapıyı.”
Sesindeki bu muzipliği iyi biliyordum. Kur yapıyordu.
Terim bedenimde bir anda kuruyacak oldu. Hozan bana mı kur yapıyordu?
Adımın Serap olduğunu sandığı, neredeyse yetişkin bir kadın olan halime seneler sonra denk gelmişti. Oyunlar oynadığı Nalin değildim. Emanet gibi yanında gezdirdiği Bülbül değildim. Şoför Ferhat’ın kardeşi değildim işte. Öylesine bir genç kızdım karşısında.
Hozan bana kur yapıyordu yani.
Benden hoşlanmıştı çünkü. Bu yüzden benimle uğraşmıştı bu kadar. Dalaşır gibi oyunlar yürütmesi bundandı. Sahnesine kadar çıkarmıştı. Herkesin içinde… Sahnede… Benimle dans etmişti.
Tenime dokunmuştu. Bir kadına dokunmak ister gibi. Ne Nalin ne Bülbül, bir kadına dokunacak gibi.
Bana dokunmak istemişti. Dudakları neredeyse dudaklarıma değecekti. Belki beni öpecekti Hozan.
Kalbim şimdi neredeydi? Atışını duymuyordum artık. İnfilak edip bedenimin her bir yanına mı dağılmıştı? Her yerimde bir kalbin sıcaklığını hissediyordum çünkü.
Ne yapacaktım peki? Hozan’ın karşısına kim olarak çıkacaktım? Hangisine bakardı mavileri şehvetle? Hangisinin emelinde dolanırdı elleri? Hangisiyle dansını adımlardı? Hangisini gerçekten severdi?
Serap’ı biraz daha denese miydim? Deneyecek gibiydim.
Kilidini açtım yavaşça. Sonra kapıyı araladım heyecanla. Hozan’ı kapıya yaslanmış bulacağım sandım. Oda boştu.
Banyodan çıktım telaşla. Bir an beni bırakıp sahneye gittiğini sanacak oldum. Neyseki aralık kapıdan sesini duymuştum. Dışarı çıkmıştı. Biriyle konuşuyordu.
Hamit abi olacağını düşünüp kapıya kadar vardığımda Hozan’ı sırtı dönük şekilde karşıdaki duvara omzunu dayamış halde gördüm. Karşısında bir kız vardı. Heyecandan eli ayağına dolanmış, yetmemiş gibi ayaklarının yanlarını birbirine vuran bir kızdı.
“Abim öyle deyince…” diye mırıldandı evcil hayvan tatlılığıyla.
“Ha abin diyorsun?” dedi Hozan az evvel bana konuştuğu ses tonuyla.
Bedenimdeki tüm neşe bir kalıp donmuş yağ gibi sarardı. Ayaklarımın ucuna çakıldı gürültüyle.
Kızın yüzündeki masum hayranlığı tanıdım. Aşık olduğu sanatçıya ulaşmış olmanın çaresiz heyecanıyla kıvranıştan az evvel azat olmuştum ben de.
“Demek abin kendi düğününde şarkı söyleyip söylemeyeceğimi öğrenmek için seni gönderdi yanıma?” Kızın yalanına inanmış gibi yapacak kadar alçak gülümsemesinin yarısını ancak görebiliyordum olduğum yerden.
“Eğer numaranızı verirseniz…” derken utançtan yüzünü eğmekle Hozan’dan gözünü ayıramamak arasında debeleniyordu kızcağız.
Bir soğukluk kalbimin etrafına üflüyordu.
“Numaramı verirsem abinden mi gelir mesaj? Senden mi küçük hanım?”
Böylesine güzel bir ses ancak bu kadar acıtabilirdi yüreği. Kızgın bir yağ gibi. Üşümekte olan bir yere şifa olur sanırken cayır cayır yakacak kadar gaddar.
Alçaksın Ozan!
Hep alıyorsun Hozan’ımı yarınlarımdan!
Kızın çocuksu kıkırtısını duyduğum gibi kapadım kapıyı. Görmek istemedim devamını. Gözlerime yaşattığım eziyetler hatırlanmasındı! Çok zor atlatmıştım onları. Kapıyı kitledim üstüme.
“Serap?” diye seslendi Ozan dışarıdan. Kapıyı tıklattı.
“Biraz müsaade et!” dedim sesimi bulduğum gibi. “Geleceğim.”
“Bekliyorum,” dedi Ozan.
Bekleme. Yalan söylüyorum.
Gözlerimin önünü bir buğu alırken sırt çantamı gördüm yarım yamalak. Yanına gidip içinden kot gömleğimi çıkarıp hırka niyetine üstüme giydim. Makyaj malzemelerimi alelade toplayıp içine tıkıştırıp burada hiçbir şeyimi bırakmadığıma emin olmak için odada bir tur attım.
“Serap?” dedi Ozan.
Hozan’ı bırakmıştım yine.
Ama zaten o bana hiç gelmemişti.
“Geliyorum,” dedim pencereyi aralarken.
Gidiyorum!
Sen aynı kalbi aynı yerden tekrar kırmadan evvel… Kaçıyorum senden!
Ayaklarımı pencereden dışarı çıkarıp çantam sırtımda atladım öbür tarafa. Sonrasında ardıma bakmama gerek olmamıştı. Koşarak uzaklaştım.
Gecelere dikkat demiştim Ozan. Gözün öyle başkasındayken göremezsin senden gidişimi.
Öyle bir gidiş ki bu kez, bir daha geldiğimi de görmeyeceksin sen!
Gömleğimin çıtçıtlarını kapamak yerine gecenin acımasız ama gerçek soğuğundan korunmak için iki ucundan çekiştirip sardım etrafıma. Az evvel düğün alayımız saydığım kalabalık geliniyle damadını kaybettiğinden bihaberdi. Onlara görünmeden çıkışa doğru koştum. Yolda gördüğüm ilk taksiye el ettim. Taksiye binerken o ana dek tuttuğum yaşlar gözümden akmıştı.
Daha düğünümüz bitmeden Ozan. Boşanıyorum işte senden.
Daha nikahının yüzüğü elime düşmeden, elveda bile edemeden…
Bak nasıl gidiyorum senden!

🎻🎻🎻
Bir dans ettik, neredeyse kalbimizi de rezil perişan edecektik Nalin 😔
Görüşmek üzere Bülbül 🐦
