Bölümdeki şarkı:
*Aynalı Kemer – Barış Manço
🎻🎻🎻

‘Yavaş bir ahenkle kalkıyor ellerim. Bıraksam dokunacak sana inançla. Son sürat harpte o sıra kalbim. Kaçırıyor ellerimi senden inatla.’
1998
Hozan’ın kemerini çıkardığını görünce şaşkınlıktan bir adım geriye gidecek olmuş, çantama çarpmıştım. Çantam yüzünden sarsılan dengemi sağlamak için duvara tutunmak zorunda kaldım. “Ne yaptığını sanıyorsun?”
“Kemerle uyumak rahatsız edici olur,” dedi normal bir şeyden bahsediyor gibi. Çıkardığı kemeri elinin etrafına sarıp top haline getirirken gözlerini benden ayırmamıştı. “Ha anlatacaklarım var, uyumayalım dersen…” Ellerini iki yana açtı. “Gece insanıyım. Sabaha kadar ayık kalırım.”
“Konuşacağımız hiçbir şey yok,” dedim yüzümü kaldırıp. Bir gece vakti, Hozan’la bir başıma, odaya kitli halde, konuşabileceğim hiçbir şey olamazdı. “Ne anlattıysam o. Ne kadar anlattıysam o kadar.”
“Peki,” dedi yatağa doğru ilerlerken. Elini gömleğinin düğmelerine atmıştı bu sefer.
Teker teker açmaya başladığını görünce şaşkınlıktan ne soracağımı bilememiştim. “Sen… ne…” Düğmelerinin sonuna dek gelmiş, gömleğini kollarından indirmişti. Elimi kaldırıp gözlerimin üzerine siper ettim hemen. “N’aptığını sanıyorsun sen?!”
Eğlenen bir sesle cevap verdi. “Senin yüzünden abimi gönderdim Serap. Valizim de onunla gitti anlayacağın. Tek gömleğimin kırışmasını göze alamam.”
“Peki ben seni çıplak görmek zorunda mıyım?!” diye bağırdım gözlerim hâlâ kapalı.
“Bağırma,” diye uyardı kısık sesle. Yatağa oturmuş olmalıydı. Yay gıcırtısı duymuştum. “Ev halkını şu an başımıza toplamak istemezsin.”
“Giyin o zaman!” dedim çantama dolanırım diye ileri geri gidemediğimden ancak sağıma soluma dönebilirken.
“Sadece gömleğimi çıkardım Serap,” deyişinden bile güldüğünü anlayabiliyordum. “Bu kadarı sana çıplaklık gibi mi geliyor?”
Seni çok daha azıyla gördüm ben.
Olsun. Yine de pisliksin sen!
Parmaklarımın arasını hafifçe aralayıp yokladım. Pantolonundan başka bir şeyi yoktu kıyafet niyetine. “Çıplaksın Ozan!”
Gözlerimi tekrar kapadığımda ağız dolusu güldüğünü işittim. “E senin yüzünden.”
Olduğum yerde heykele dönüşmemek için yüzümü yere eğip ayağımın etrafına baktım. Çantamın koluna giren sağ ayağımı çekip ardıma döndüm. Artık onu göremeyeceğimi düşündüğümden elimi indirmiştim. Kaçmak için perdesini çektiğim pencereden yansımasını gördüm.
Yatağa uzanır gibi oturmuş, yan dönüp tüm yükünü tek dirseğine bırakmıştı. Gözlerim teninin açıkta kalmış yerlerine kaydı o duruşu sebebiyle.
Eskiden pek kaslı değildin Ozan. Kimleri etkilemek için şişirdin kendini?
“Oradan bakınca net görünüyor muyum?”
“Saçmalama!” dedim perdeyi tek seferde çekip. Nasıl anlamıştı? Ben onu görüyorsam, o da beni görüyor muydu yoksa? Çektiğim perdeye rağmen bir de yana kayıp duvarın önünde durmuştum. “Odana geçer misin artık?”
“Niye?” diye sordu salak gibi. “Rahat rahat kaçasın diye mi Serap?”
“Sana ne?” dedim omzum üstünden dönüp. Ona değil yere bakıyordum sadece. Duvara bakarken konuşmak saçmaydı çünkü. “Kaçarsam kaçarım Ozan. Seni ne ilgilendirir?”
“Yetişmen gereken bir yer mi var?” Yatak gıcırdadı. Doğrulup oturmuştu sanki. “Yoksa ufukta yeni bir konser mi var?” Yatak daha çok gıcırdadı. Bu kez yataktan kalkmış olmalıydı.
Omzum üstünden gözlerimin köşesiyle baktım ona ne yapıyor diye. Bana doğru geliyordu. “İstersen Ayşen’e iptal olan programımın kalanını sorayım. Nereye gideceğini netleştirmiş oluruz.” Bana yaklaşıyordu. Dibime kadar girmişti neredeyse. Kulağıma doğru eğildi. “Ha Taklitçi? Ne dersin?”
Sesi kulağımın ardından boynuma doğru bir ürperti şeklinde indi. İlk kalbimin haberi oldu o ürpertiden. Yerinde hızlanacak oldu birden. “Ötemde dur!” dedim alelacele. Ayağımı kaldırıp çantamın üzerinden atlayarak duvarın köşesine doğru kaçtım. Sırtım ona dönük şekilde duruyordum hâlâ.
“Pişkin misin, yoksa umursamaz mı, anlamadım Serap,” dedi peşimden gelirken. Geliyor diye duvar boyu uzaklaşmak için ilerledim adım adım. “Yerimde kim olsa şu an karakolda ifade veriyor olurdun. Farkındasın, değil mi?”
“Teşekkür mü bekliyorsun?” diye sordum yatağa kadar vardığımda. “Çok iyi birisin sağ ol, desem kâfi mi Ozan?” Bana doğru gelmeye devam ediyordu. “Peşimden gelmeyi kessene!”
“Neden?” derken kulağımın dibine kadar girmiş, fısıldamıştı yine.
Kalbim bu defa durmadı. Uyarımı duymadı. Nefesimle eş yankılanmıştı hızı.
Düştüğüm telaşla ne yapacağımı şaşırdım. Elimin tersini kulağımın dibindeki ağzına doğru çarptım.
Anlık yaşadığı sersemlikten yararlanıp kaçmak için bir bacağımı yatağın üzerine attım. Diğer bacağımı da yatağa atıp öbür tarafa geçeceğimde bileğimden tutup çekmiş, yatağa düşürmüştü beni.
Kalbin sesinden sağır olabilir miydi insan?
Nabzım tam kulağımın içinde yankılanıyor, nefes sesim tenimi kaplamak üzere biriken terime karışıyordu. Kalbimin sesi sağır edebilir miydi yani beni?
İşte ben en başından beri bundan kaçıyordum Ozan.
Halimden bihaberdi Hozan. Üzerime doğru eğildi acımadan. “Nereye Serap?” Kolumdan tutmak gibi bir hata yaptı sonra. “Konuşa…”
“Kolumdan tutma!” diye çıkıştım o anda. Ellerimi çıplak göğsüne çarptım kendimden uzaklaştırmak için. “Konuşacak başka bir şey yok diyorum! Anlamıyor musun?”
Onu itmemden etkilenmemişse de geriye çekilip yatağa oturdu. Gözleri üzerimde gezindi. “Neden sana inanmıyorum peki?”
Dirseklerimi yatağa dayayıp kendimi geriye çektim, yatağın öteki ucuna kadar geriledim. “Salaksın çünkü!”
Kaşları çatıldı dediğimle. Çıplak gövdesine kaydı gözlerim yanlışlıkla. Yanımdaki gömleği alıp attım ona hemen. “Giy şunu da!”
Gömleği yakaladı ama bana bakıyordu hâlâ. “Konuşacak mıyız?”
“Konuşacak bir şey yok diyorum,” dedim bezgince.
Gömleği yanına koydu. “Peki.” Sırt üstü yatağa bıraktı kendini. “O halde uyuyacağız demektir.”
Bacaklarını bana doğru uzatacağında kalktım yataktan. “Ne yapıyorsan yap!” Pencerenin dibine geçip yere oturdum.
Yan dönüp benden tarafa baktı bu defa. Bir kolunu katlayıp yastık etmişti kendine. Böyle yaptığında kasılan kolları daha da genişlemişti sanki. Ona bakmamak için gözlerimi halıya indirdim.
“Sende tuhaf bir şey var Serap,” dedi meraklı bir sesle. “Erkek kılığına girmen, konserlerime adımı kullanarak çıkman ya da sesimi taklit edebilmen dışında. Tuhaf bir şey daha var.”
“Neymiş?” dedim ilgisizce.
“Yanlış zamanlarda çok uslusun.”
Yanlışlıkla başımı kaldırıp baktım. O duruşuyla daha da soyunmuş gibi görünüyordu gözüme. Nasıl mümkün olabilirdi bu? Duvara çevirdim bakışlarımı. “Ne demek istiyorsun?”
“Gece vakti odana girip kapıyı kitleyen bir adam var. Yatağında yarı çıplak yatıyor. Ama sen bağırmıyorsun Serap.”
Bağırsaydım da Hozan’ın sapık gibi yakalandığı Yekta amcanın kulağına kadar gitse miydi? Adamın yüreğine inerdi.
“Elime ne geçecek?” dedim bacaklarımı kendime toplarken.
“Beni rezil edebilirsin.” Yatakta hareketlendi. Gözümün ucuyla flu bir görüntüde de olsa kalkıp oturduğunu görebilmiştim.
Sen zaten rezil bir adamsın Ozan.
“Dertsiz başıma dert açamam,” dedim öylesine.
“Dert sana değil bana açılır Serap. Buradakiler beni bilir, benim aşiretimi tanır.” Dirseklerini dizlerine dayayıp öne eğildi. “Sahnelere çıkıp adıma leke düşürüyorsun ama odana kadar girmiş yarı çıplak halimi rezil etme şansını kullanmıyorsun.”
“Her şeyin seninle ilgili olduğunu düşünmen ne hoş,” dedim çantamı yanıma çekerken. Fermuarını elime alıp onunla uğraşır gibi yaptım. “Ama sana tüm gerçeği söyledim. Sesini taklit edebiliyordum, ettim. Senin adınla da aşiretinin namıyla da ilgilenmiyordum. Zaten seninle derdim olsa tüm evi başımıza çoktan toplamıştım.” Fermuarı gittiği son yere ittirdim. “Yani seninle hiç ilgilenmiyorum Ozan.”
“Ve bana Ozan diyorsun,” dedi tüm söylediklerine ekleme yapar gibi.
Gülümsedim kendi kendime. “Çünkü gerçek adın bu.”
“Evet,” dedi onaylar gibi. “Ama beni konserlerimden tanıyor olsaydın bunu bilemezdin.” Fermuarı bıraktım. “Sahne adım da Hozan’dır, beni tanıyanların bildiği adım da. Yalnızca…” dedi hoş bir sesle duraksarken. “… benimle sonradan tanışanlar Ozan olarak bilirler. Biz seninle nerede tanıştık Serap?”
Gözümü o küçük fermuarda tutmaya çalıştım. “Ne dediğini anladığımı sanmıyorum.”
“Kimlikteki ismimi resmî kurumlar bilir Serap,” derken bir şey yakalamış olmanın hevesindeydi. “Onlardan değilsin. Okuduğum okulda yoklama listesinden bilenler olur diyeceğim. Seninle aynı okulda okusak da bilirdim.”
Bilemedin Ozan. Ben seninle aynı okulda okuyabilmek için kendi okulumdan kaçıp gelmiş kızdım. Sen beni bilemedin.
“Geriye tek bir ihtimal kalıyor Serap. Sonradan tanıştık ve ben sana adımı Ozan olarak söyledim.”
Yine bilemedin. Ben seninle iki kez tanıştım Ozan.
Hozan’ı sen Ozan ettin sonradan.
“Daha önceden tanışıyor olsak beni tanır mıydın yani?” diye sordum.
“Büyük olasılıkla evet.”
Yalancısın. Tanımadın beni!
İçimi çekerek duvara baktım. “Demek ki tanışmıyoruz. Sahne adının Hozan Merxas olduğunu biliyordum. Kimlikte x harfi olmaz. Gerçek adının farklı olduğunu bulmak zor olmadı.”
“Öyle olsun,” dedi Hozan. “Öyle olsun da sen benim gerçek adıma kadar neden araştırdın Serap? Sesimi taklit etmek yetmedi mi?”
Sorulardan bıkmıştım. “Ne yapacaksın Ozan?” dedim bezgin bir sıfatla ona bakmamak için kendimle bir savaş verirken. “Polise şikâyet edeceksen, durma et. Ha etmeyeceksen de sus ve uyu.”
Güldü dediğime. Salaktı hâlâ gülüşü. Başımı kendime yasladığım dizlerimin üzerine koydum. “Uyumuyorsan da susarsın diye düşünüyorum. Çünkü ben uyuyacağım.”
“Orada?” diye sordu.
Başımı hafifçe kaldırdım. “Defolup odana gidecek misin?”
“Hayır.”
O zaman burada uyuyacaktım. Başımı dizime yaslarken tek istediğim bir an önce uykuya dalması ve pencereyi açtığımı duymamasıydı.
“Yatak ikimize de yetecek kadar geniş. Ama tercih senin,” dedi döşeğin gıcırtısına karışan sesiyle. Ayağa kalkmış olmalıydı. “Karanlıktan korkar mısın?”
“Hayır.”
Odanın ışığını kapattığında karanlıkta kalmıştık ikimiz de. Başımı hafifçe kaldırdım gözüm karanlığa alışana dek. Kapının önünde ayakta duran Hozan’a baktım.
Bir şey demeden orada dikildi bir süre. Sonra derin bir nefes aldığını duydum. “Öyle olsun,” dedi, yatağa geçti. “Senin yüzünden uykusuz bir günü arabada uyuklamakla geçiştirmiştim Serap.” Gerinerek yayıldı yatağa. “İyi uykular dilemeyecek misin?”
Dilesem rüyanda dişi fareler ayaklarına dolanıp tırnaklarını kemirir mi Ozan?
“Eyvallah,” dedi benden karşılık gelmeyince. “Sana da iyi uykular.”
🎻🎻🎻
Hiç sesi çıkmıyordu. Uyuyakalayım da o camdan kaçabilsin diye oturduğu yerden milim olsun kıpırdamıyordu. Ben de hareket etmiyordum inadına. Uyuduğumu sansın da cama davrandığında onu yakalayayım diye derin nefes bile almıyordum.
Neredeyse yarım saatimiz öyle geçti. Yatağın rahatı, yorganın sıcağıyla buluşunca ağırlaşacağım tuttu. Kendi tuzağıma düşmemek için yan döndüm. Bir süre de böyle yattım. Gözlerimin uykuya sızlandığını biliyordum. Kapasam geri açamayacak gibiydim. Burnumu sertçe çektim. Kızın kolu yana düştü.
Başımı kaldırdım yastıktan. “Serap?”
Cevap vermedi. Uyumuş muydu?
Yataktan doğruldum yavaşça. “Pişt!” diye seslendim. Karşılık gelmeyince ayağa kalktım. “Uyudun mu gerçekten?”
Beni duyduğuna dair hiçbir emare vermedi. Yanına yaklaştım yavaşça. Ayağımın ucuyla ayağının ucunu dürttüm. “Eğer yatacaksan…” Duvara dayalı sırtı sürtünerek yana devrilecek oldu. Atılıp başını tuttum düşmeden.
Kalan bedeni yıkım yemiş gibi yere dökülecekken etrafından sarıp dikleştirdim. “Serap?”
Uykusu derin olmalıydı. Dibinde seslenmeme rağmen göğsüme düşen başıyla uykusunu hiç bölmemişti. Garip bir kızdı. Tam niyetini çözdüm dediğim noktada şaşırtıyordu beni. Kaçmak için buraya tünedi sanmıştım. Şayet gerçekten uyuyacaksa neden beni kovup yatağı almamıştı?
Bağırmaya kalksa beni rezil edebilirdi. Etmemişti. Üstüne kapıyı kitlemiş, yanında gömleğimi çıkarmış olmama rağmen benden tam anlamıyla rahatsız bile olmamıştı. Işığı söndürdükten sonra yatağa geçmeden bir süre beklemiştim. O anda bile onu izlememden tedirgin olmamıştı. Ya çok umursamaz bir kızdı ya da beni ne yapıp yapmayacağımı bilecek kadar iyi tanıyordu.
Beni bir şekilde tanıyor olma ihtimali üzerinde duruyordum. Kimliğimde yazılı olan ismi ancak sonradan tanıştıklarıma söylerdim. Kısa süreli birbirimizi göreceğimiz birileri olurdu bunlar. Belki o gece sadece birkaç saat kadar. Belki birkaç gece sürecek beraberlikler kadar.
Bu kız onlardan biri olabilir miydi?
Sanmıyordum. Bu kızla birkaç saat geçirmiş olsam unutabileceğimi düşünmüyordum.
Hiç kıpırdamadan, bana yaslı şekilde uyumaya devam eden kızı yere bırakamazdım. Uyuyacaksa yatağa geçmesi gerekti. “Serap,” diye fısıldadım. Tepki vermedi. “Yatağa götüreyim mi seni?”
Derin bir nefes alıp verdi. Uyanacak sandım ama kendine rahat bir yer aranır gibi yanağını göğsüme sürtmüştü. “Tamam. Yatağa geçiyoruz.” Bir elimi dizlerinin altından geçirirken temkinliydim. Uyanıp beni yanlış anlamamasını umuyordum. Henüz bu kızın sağını solunu tam kestiremiyordum.
Kucağıma tam çekip kendimle kaldırdım. Ağırdı. Sırtımı duvara yaslayıp kızı düşürmemek için tüm yükü gövdeme almaya çalıştım. Biraz sarsmıştım. Uyanır sandım. Birkaç saniye bekledim ama mırıltılı bir iç çekmeden başka bir şey yapmadı.
“Hadi bakalım,” dedim sırtımı duvardan alıp yatağa doğru ağır ağır giderken. Tek dizimi döşeğe basıp yavaş yavaş indirdim kızı yatağa. Başını yastığa koyduğumda bunu bekliyormuş gibi yayılmıştı bile. Yataktaki boşluğa oturdum.
Bu kızda farklı bir şey vardı. Sanki onu hem tanıyor hem de hiç tanımıyordum. Her gün aynı yolda gördüğüm fakat hiç konuşmadığım biri gibiydi. Onu hiç görmediğime emindim oysa. Bu aşinalık hissinin sebebi başka ne olabilirdi?
Tutarsız tavırları aklımı karıştırıyordu belki. Onu öngöremediğim için tanıdık bir şeyler bulmayı aranan bendim sadece. Emin değildim. Yarın sabah görecektim.
Bu gece artık uyumam gerekti. Yarına telafi etmem gereken bir küçük konser vardı. Ama kalkıp odama geçsem ben daha yorganın altında ısınmadan bu yatağın boşalmayacağının garantisi yoktu.
Serap’ın kim olduğunu, beni nereden tanıdığını ve tüm bunları neden yaptığını öğrenene kadar kaçmasına izin veremezdim. Bu geceyi birlikte geçirecektik. Bundan rahatsız olacağını sanmıyordum.
Etrafıma baktım alacaklı edasıyla. Halının üzerine tünemeyi gözüm yemedi. Yatak ikimizi de alacak bonkörlükte genişti.
Serap’ın yanındaki ikinci yastığı alıp yerine ayaklarımı uzattım. Yastıkla kendimi geriye bırakıp tüm boşluğu doldurmak için dizlerimi yarıya kadar katladım. Uyandığında endişe duyacağı bir pozisyonda olmayacaktık. Birbirimize ters uzanmıştık ve ayaklarımın koktuğunu düşünmüyordum.
Kollarımı kaldırıp gerinerek uyuyacağım pozisyona iyice gömüldüm.
🎻🎻🎻
Hozan’ın uykuya dalacağı ana kadar gözlerimi kapalı tutmaya yemin etmiştim. Eğer yatakta uyuyakalırsa camdan çıkıp gidebilecektim. Fakat şükür(!) ki beyimizin centilmenliği tutmuş, beni yatağa kadar getirmişti. Hiç değilse rolümü bana bozdurmamış, uyuduğuma ikna olmuştu. Ama işte kendine de kıyamamış, yere yatamamıştı.
Bir süre yatakta sessizce beklemiş, artık kıpırdamayacağına kanaat getirdiğimde yerimde hafifçe doğrulmuştum.
Bilmiyor musun Ozan? Kızlar tek yatar. Ve sen yine kurallarımı çiğnemektesin. Uyan!
Uyansın istemiyordum. Kaçmam gerekti artık. Tüm ev halkı uyumuş olmalıydı. Kaçmak için daha iyi bir zaman elime geçmezdi.
Birazdan kaçacağım Ozan. İstersen uyu, istersen uyan!
Konaktan ayrılmamın üzerinden çok zaman geçmişti. Hozan’ı son görüşümün üzerinden çok zaman geçmişti. Onun beni son görüşünün üzerinden ise çok çok zaman geçmişti.
Sakalları yanaklarına doğru da çıkmaya meyletmişti şimdilerde. Benim onu son rahat görüşümde çenesinin etrafını saracak kadardı. Ne sinir olurdu o kadarcığına. Çoğalsın diye sık sık keserdi. Şimdi halinden memnun muydu?
Sakalın sana yakışıyor Ozan. Uyu biraz daha! Azıcık bakacağım ben sana.
Saçlarına jöleyi boca ettiği bir dönem vardı. Şekil alsın diye takıntı ettiği zamanlardı. Oysa bir bilse, duştan çıktıktan sonraki dağınıklığını ben ona daha çok yakıştırıyordum. Jöleye bulamasın diye kel kalacağıyla korkutmam belki bundandı. İşe yaramışa benziyordu. Yahut belki o sıkılmıştı jöleden. Saçlarına spreyle sabitlemekten başka bir şey yapmıyora benziyor şimdilerde.
Keşke duştan çıktığın gibi gelseymişsin Ozan. Kaçmadan o halini göresim varmış. Ben de bilmiyordum. Biraz uyu, sonra uyan!
Yorganın üzerine yatmıştı. Şimdisi için sorun değildi ama kaçarsam camdan kaçacaktım. Dışarıdan kapanmazdı pencere. Sabaha dek açık kalacaktı. Gün doğmadan çok soğuk olur gece. Üstü çıplak, üşüyecekti Hozan. Zaten uyurken hep çok terlerdi. Senelerce koşmuş gibisinden tonlarca ıslaklığıyla nemlenirdi yastığı. Eğer o terlemenin üzerine üşürse kesinlikle hasta olacaktı.
Sırf bu yüzden kalsam mı Ozan? Sırf sen üşüme diye. Bir gece yanında kalsam mı? Kalayım istiyorsan şimdi uyan!
Hatırlamıyordu ki beni. Gitsem izimi ne diye sürecekti? Kim diye arayacaktı beni? Bulamazdı. Aynı yatakta beni bilemeyen adam uzaktayken bulamazdı. Ha bugün gitmişim ha yarın? Bu gece kalıp güvenini kazansam daha işe yarar değil miydi?
Ama kalsam neye yarar Ozan? Sen önce gerçeğe uyan!
Serap diye bir kızdım gözünde. Sabah bize yeni bir gün getirdiğinde yine Serap edecektim. Konseri olacaktı. Şu yaşında nasıl sahne aldığını yakından görmüş olacaktım ben de. Taklit için. Daha iyi taklit etmek için. Kalıp Hozan’ı biraz dinlemem gerekmez miydi?
Kendini kandırıyorsun Bülbül. Önce sen uyan!
Gözümü aldım Hozan’dan. Kapılıyordum böyle. Ona direneyim diye onca çırpındığım seneler üstüne… Uyur halinde bile kapılıyordum sessizce.
Neden kendine azapsın Bülbül?
Elimi kalbimin üzerine bastım. Gencecik kırgınlıkları batarsa avucuma akıllanırım sandım. Kendini sükunete atmış, huzurdaydı göğsümde. Böyle beklerse bir umut törpülenecekti kırılmışlıklarının sivrilikleri. Bir vaatti bu kendinden saçma. Ama inanıyordum ben bu sükutun vaadine.
Daha Bülbül olduğumu bilmiyordu Hozan. Şoförün kardeşi olarak yaklaşmıyordu bu sebeple. Adı Nalin bile olmayan bir kızdım karşısında. Öylesine bir kıza nasıl yaklaşırdı Hozan?
Tatlı tatlı. Ozan Ozan.
Belki hatırlarsa, Hozan.
Ellerimi yanaklarıma vurdum kendimi ayıltmak için. Ozan’dı Hozan bana. Ozan olmak zorundaydı. Kapılmamam gerekti. Kalkıp hemen şimdi gitmem gerekti.
Ozan’sın sen. Uyu henüz Ozan’ken!
Yataktan kalktım. Çantam hazırda beni bekliyordu. Ayakkabılarımı da dış kapının önünden alırdım geçerken. Çekip gitme zamanıydı artık. Ben kaçmaları iyi bilirdim.
Yavaş adımlarla vardım cama. Perdeyi çektim önce. Bir mehtap vurdu yüzüme. Adi bir aydınlık bahşetti içeriye. Hozan’a döndüm. Kapalı gözleriyle seçilir oldu sureti alçalan karanlıkta.
Keşke gözlerin açık olsaydı Ozan. Son kez görürdüm mavi boncuk renklerini.
Biliyor musun? Hâlâ saklıyorum o ıslattığın boncuklu bilekliğimi. Sana benziyor onun mavileri.
Dönüp pencereyi araladım. Bir soğuk yaladı geçti saçlarımı. Belli ki bu gece bir ayaz serpilecekti. Ben gidersem odaya yerleşecekti. Hozan’ı hasta edecekti.
Hiç değilse üstünü örtmem gerekti. Geri dönüp az evvel yattığım yerdeki örtüyü kaldırdım. Hozan’ın çıplak göğsünü kapamak için tenine değdirdim.
İrkilerek mavilerini ayan etti aralanan kirpikleri. Örtü parmaklarımın arasından kaydı, üstüne düştü. Dudakları iki yana kıvrılmıştı. “Soğuk olacaksa camı neden açtın?”
“Ben…” dediğimde bileğimden kavrayıp birden yatağa çekmiş, aldığım nefesi küçük bir çığlığa çevirmişti.
“Hişş…” dedi sırtım yatakla buluşunca. “Gözüme çok tatlı bir uyku girmek üzere.”
Kalbime çok tatlı bir sıza inmek üzere.
Nefes nefese baktım yüzüne. “Ne yapı…”
İşaret parmağını bastırdı dudaklarıma. Kelimeleri kapadı ağzıma. “Konuşmayacağını söylemiştin Serap. Uyuyacaktın.” Örtüyü üstünden atıp benim üzerime kapadı. “Artık uyumak zorundasın.”
“Ozan!” dedim nefesimi toparlayınca şaşkınlıkla.
“Kapandı Ozan. Uyuyacak Hozan.” Kapadı gözlerini.
Kaçamayacaktım. Öyleyse kalmam icap ederdi. Değil mi? Yarınki konseri dinlerdim hem. Daha iyi bir taklit için gerekti. Böylesi benim de menfaatimeydi. Değil mi?
N’olursun yavaşla kalbim.
Hozan çok yakınımdaydı. Nefesi omzuma değiyordu. Dışarıdan bir ayaz, Hozan’dan bir nefes. Sıcak soğuk karmaşasıyla kıstırıyordu iliğimi. Savsaklıyordu tenimin ürperen tüyleri. Biraz uzaklaşmam gerekti.
“Sırtına soğuk vuruyor.”
“Senin yüzünden,” dedi bezgin bir sesle. Gözlerini açmadan doğruldu. Üzerine yattığı örtüyü aralayıp altına kıvrıldı. Böylece aramızda bir örtü olsun kalmamıştı artık. Yanağımın yanında duran omzundan bir sıcak atıyordu sanki üstüme. Teniyle nefeslenip ısıtabilir miydi Hozan beni?
Yalvarırım dur kalbim. Ben sana yetişemem!
“Böyle…” dedim anlamsız heyecanlı bir sesle. Yutkundum. “Böyle çok saçma olmadı mı?”
“Uykun mu yok Serap?”
“Var!” dedim nedensiz bir telaşla. Ardımı döndüm ona hemen. “Çok saçma oldu sadece. Yine de uyacağım ben.”
“Allah rahatlık versin öyleyse,” diye mırıldandı.
Gözlerimi kapadım karanlığa. Kalbimin hızıyla gece daha yavaşlamıyordu bende.
“Bana?” diye sordu Hozan.
“Ney?” diye sordum onu göremeyeceğim halde gözlerimi aralayıp.
“Allah rahatlık versin mi bana da?”
“Allah’ın işine karışamam Ozan.”
Güldüğünü duydum. O da ardını dönmüştü bana. Yatağın sarsılmasından anladım.
Bir gülüş oturdu yüzüme. Kapadım gözlerimi yine de. Kalbim dilediğince kendini yorabilirdi. Ben uyuyacaktım.
Seneler sonra Bülbül. Hozan’la…
🎻🎻🎻
Uykumun en güzel yerinde çalan telefonumla suratımı bir ekşime aldı. Telefon cebimde bir yerdeydi. Elimi yorganın altına atınca önce bir elin parmakları dolandı parmaklarıma. Gözlerimi aralayıp kaldırdım boynumu. Yanımda uyuyan kızın varlığına gün ışığında çarpınca ayıldım bir parça.
Kızı rahatsız etmeden parmaklarından sıyrılıp cebime soktum elimi. Telefonu kavradığımda arama sonlanmıştı. Yerimde doğruldum. İkinci bir çağrı ekrana düştüğünde sesi Serap’ı kaldırmadan açıp kulağıma dayadım. “Ha?”
“Kurreder* ha?” diyen Baver abimdi. Sinirliydi. “Kaç kere arayacağım?”
“Uyuyordum,” dedim ayaklarımı yere sarkıtırken.
“Çok şaşırdım,” dedi alayla. “Dedim herhalde kalkmış ev halkına helva kavuruyordur. Fıstıkları yakmadan uyarayım. Benamus!*”
“Abi ne olmuş?” dedim elimi yüzümde dolaştırırken. “Sabah sabah ağzıma ettin da.”
“Sabah mı Ozan Efendi?”
Kolumdaki deri kemerin kayışını çevirip saate baktım. Saat öğleni geçmişti. Ve ben misafirlikteydim!
“Hasiktir ya!”
“Millet diyecek görgüsüz Merxas ilk defa yatak görmüş. Prenses gibi öpülene dek yatacak. Bilmiyorlar ki seni sikseler kaldıramazlar!”
Yataktan kalkıp etrafıma baktım anlamsızca. Misafir için ekstra erken vakitte kalkardı evin kadınları. Afili bir kahvaltı üstüne en yakınlar davet edilir, uzunca bir sofra serilirdi. Kim bilir kaç saat evvel sofra hazırlanmıştı da kapım kitli diye bana ulaşamamışlardı.
“Çok geç yattım abi ya,” dedim suçumun ortağı olan, hâlâ mışıl mışıl uyuyan kıza bakarken.
“Rezilsin! Bari bizi rezil etmeseydin.” Sıkıntılı bir nefes aldı verdi. “Neyse. Ben Manisa’ya doğru yol alıyorum. Soran olursa ben seninle Batman’daydım hep.”
“Hayırdır?”
“Bülbül’ü kaçırmışım.” Sinirinin asıl sebebi belli olmuştu.
“Nasıl kaçırmışsın?”
“Ne bileyim? Kız hakikaten bülbül olup uçtu mu ne etti? Terminalde pustum, bekledim, gelmedi. Kaçırdı diyeceğim başka sefere bilet almamış. Hâlâ Batman’da diyeceğim otellerde kaydı yok. Kafayı yedirtti bana.”
“Burada işi ne? Gitmiştir. Görmemişsindir.”
“Gidebileceği iki yer var. Annesinin yanına Manisa’ya ya da bilet aldığı İzmir’e gider ancak. İzmir otobüsünü yakalayıp içini aradım yok. Belki vazgeçip anasının yanına geçmiştir.”
“Belki,” dedim beni bir esneme alırken. “Yani ta oraya kadar gidip bakacak mısın?”
“Ankara’da işim vardı zaten. Oradan geçer bakarım.”
“Ankara’da? Ne işi?” diye sordum bir kez daha esnerken.
“Götüne kadar çektin havayı! Heram!* Kalk çık odadan, bêhna gu ji devê te tê*(bok kokusu ağzından geliyor).” Telefonu suratıma kapattı.
“Bu da kendine sinirleniyor. Hozan sanki kum torbasıdır,” dedim telefonu cebime sokarken. Zerre rahatsızlık duymadan uyuyan kıza baktım. “Serap.” Yatağa bastım dizimi. “Kalk çok uyumuşuz.”
“Hım…” diye mırıldanıp yatağa sürterek sırt üstü attı kendini. Kot gömleğinin orta yerinde bir çıtçıt açıldı.
Dirseklerimi yastığa basıp eğildim yanına. “Serap…” diye fısıldadım kulağına. “Misafirlikteyiz. Öğlen olmuş. Kalk!”
“Hı?” diye buruşturdu yüzünü. Yan dönecek gibi kıvrandı.
Omzundan tutup durdurdum. “Ne hı? Kalksana!”
“Bağırma!” diye kendi bağırdı asıl. Gözlerini açmadan kollarını kaldırdı gerinmek için. “Saat kaç?”
“Saat…” Kolumdaki saate bakıp söyleyecektim ki gerinmesiyle üstten bir çıtçıtı daha atmıştı. Göbeğine kadar teni açılmıştı şimdi. “… kaçmış?”
Dün gece frikiklerle kendini az az tanıştıran sütyeni tam görünür olmuştu şimdi.
Dolgulu değil. Güzel.
“Kaç dedin?” diyerek kollarını indirdi Serap. Göğüsleri dalgalanıp sütyenin içine yerleşmişti.
“Demedim.” Gözlerini açtı. Burnumun ucunu kaldırıp indirerek baktığım yeri işaret ettim. Çenesini gerdanına yapıştırıp önüne baktığı gibi gömleğin iki yakasını birbirine basıp doğruldu. “Bu da canımdan bezdirdi ha!”
“Ha?” dedim telaffuzunda bir aşinalık yakalayınca.
Çıtçıtlarına bastırıp kapadı. Geceden kalma makyajıyla kararmış göz kapaklarını aralayıp baktı bana. “Saat kaç diye sordum!”
Sinirlenmişti. “Öğlen olmuş. Saati ne yapacaksın?” Asıl merakımı sordum. “Nereliydin sen?”
“İzmir.” Yataktan kalktı. Bir şeyi arar gibi örtünün altına baktı.
İzmir’li birkaç arkadaşım vardı. “İzmir’liye pek benzemiyorsun.”
“Sen de.” Yastığı kaldırdı. “Tokamı gördün mü?”
Bileğinde siyah bir lastik vardı. “Yere düşmüştür.” Eğilip yatağın altına baktığında sordum. “Ana baba komple İzmir mi?”
Saçları yüzüne dökülmüş halde doğruldu. Eliyle itmek yerine başını sağa sola sallayarak geriye attı saçlarını. “Bunu bilmek tam olarak ne işine yarayacak acaba?”
“Tokanın yerini söylerim belki.”
Gözleri kısıldı. “Sende mi?” Üstüme bakacak gibi dikkat kesildi. Gözlerini hemen kaldırdı yüzüme. “Gömleğini giyecek misin artık?”
“Ben giyerim de…” dedim gömleğimi alıp kollarımdan geçirirken. “…gece sen de seninkini çıkarsaydın keşke.” Tam beklediğim oldu. Uykudan sıyrılmış gözleri bir alevle döndü bana. “Arkası kırışmış. O sebeple.”
“Ölmem kırışıklıktan!” dedi örtüyü tamamen çekip altına bakarken.
Sabahları huysuz olanlardandı. Konuşulmazdı. “Tokan bileğinde,” dedim düğmelerimi iliklerken.
Bileğine baktı. Sonra bana. Gülmemeye çalıştım. “Sonra küfretme bana diyorsun.”
Hiç dememiştim. Edecek birine benzemiyor desem, hiç emin değildim. Agresif bir yanı vardı. Ya da bana karşı bir öfkesi. Daha tam çözemiyordum.
Bileğindeki tokayla saçlarını topladı hızlıca. Camın önündeki çantasını açıp içinden bir küçük çanta çıkardı. Makyajını silmeye başladı.
Gömleği pantolonumun içine iterlerken yaptığını izliyordum. “Normalde bizim de erken kalkmamız icap ederdi. Kahvaltıya gelenlere ayıp olmuştur.”
Gözkapağını mendille ovuştururken minik aynasına odaklanmıştı. “Kahvaltı dediğin uyanınca yenilen öğündür.” Öbür gözüne geçti. “Sabahın köründe yenmesi zorunlu gibi kalkılan değil.”
Yuvarlanmış kemerimi çözerken gülümsedim dediğine. “Gece insanı olanların kuracağı bir cümle.” Pantolonuma geçirdim kemeri. “Normal insanlar geceleri uyur, sabahları erken kalkıp kahvaltı eder Serap.”
“Normal insanlar?” Dönüp bana baktı. “Kim karar veriyor onların normal olduğuna?”
Daha evvel çok küçükken böyle bir tartışmaya girmiştim. Devran abiden kelimenin tam anlamıyla siktiri yemiştim. “Sanıyorum insanlar ışığa göre yaşamış yüzyıllardır. Sabah gün doğdu mu kalk, gece gün battı mı yat. Biyolojik saatlerimiz ışığa göre şekillenmiş.”
“Ya kafasının içindeki ışığı gece yananlar?”
“Sanatçılar. Kendine ait ışığı olanlar.” Gülümsedim. “Zaten onlar dünyaya uyum sağlayamayanlar.”
Kapımız tıklatıldı. “Evet?” diye seslendi Serap. Kapının ardından çocuk gülüşmeleri duyuldu.
Artık çıkmamız gerekti. Dönüp yastıkları düzeltip örtüyü yatağın üzerine düzledim. Serap küçük çantasıyla ayağa kalkmış gömleğini tek elini basarak düzeltmeye çalışıyordu.
Cebimdeki anahtarla kilidi açıp, kapıyı araladım. Koridordaki çocuklara baktım. “Pişt!” diye seslenip başımla hepsini çağırdım. Kızlar yanaşmadı. Fırlama bir çocuk yaklaştı. Arka cebimden cüzdanımı çıkarıp biraz para tutuşturdum eline. “Hepinizin,” dedim kızlara bakarak. “Koşun bakkala!”
Çocuğun peşinden koşarak uzaklaştılar. Dönüp Serap’a baktım. “Temiz.” Kapıyı tam açtım.
Serap çıkıp karşıki kapıların ardına baktı. Banyoyu bulunca çantasıyla girip kapıyı kitledi. “Öncelik kadınların tabii,” dedim duvara yaslanıp.
Su sesi duyuldu önce. Su kapanınca bir mırıltı aldı yerini. Şarkıyı tanıyordum. Kısık sesle eşlik ettim dışarıdan. *”Mor menekşe, nergis dizmiş boynuna. Kuşluk vakti aldı beni koynuna. Cıvıldaşır dudu kuşu sanki bülbülün ötüşü. Seher vakti bir güzele vuruldum.”
Elimi kapıya yaslayıp parmaklarımla ritim tuttum. Serap’ın sesi kesilmişse de ben tek devam ettirdim. *”Aynalı kemer ince bele. Bu can kurban tatlı dile.” Kapıyı açtığında parmaklarım havada kalmasın diye kapıyla devam etmiş, içeri girmiştim. *”Seher vakti bir güzele vuruldum,” diye tamamladım şarkıyı.
Gözlerini gözlerim arasında gezdirdi. Bir şey demeyecek sandım. Gözleri kapanıp açıldı. Mavi sim sürmüştü yine. *”…sanki bülbülün ötüşü. Seher vakti bir güzele vuruldum,” diye şarkının orta yerinden bir mısra kadar mırıldandı. “Günaydın Ozan,” dedi sonra. Gülümsedi.
“Günaydın,” dedim kapıya iyice yaslanıp yüz yüze gelince. “Mavi simi gözüne sürmeden gün aymıyor muydu sana?”
Başını yana eğdi. “Sürünce de aymıyormuş. Belki sürmem bundan sonra.” Omzumdan ittirdi beni. “Çabuk ol. Açım.”
“Emirdir buyurmuşsunuz hanımım.” Banyoya girip kapıyı kapadım önce. Kitlemeden geri açtım. “Kaybolma bir yere.”
“Açım, dedim.” Duvara yaslandı. “Hem kimse gündüz vakti kaçmaz Ozan.”
“Gecelere dikkat diyorsun.”
Başını salladı. Kapının kolunu tutup çekti. “Gecelere dikkat Ozan.”
Kapı kapanınca aynaya dönüp baktım kendime. Yastığın baskısından dağılmıştı saçım başım. “Yine de nimettir Serap Hanım’a,” dedim musluğu açarken. Sabunla suyu çaldım yüzüme. Islak elimle saçımı düzelttim şöyle böyle. Kuruyunca sıradan haline dönecekti bir şekilde. Havluyla kurulanırken ıslıkla devam ettirdim dilime yapışan şarkıyı.
Havluyu yerine asacağımda kapıya benim tuttuğum ritim vurulmuştu. “Vay,” dedim gülümserken. Kızda ritim duygusu vardı. Islığı kesmeden açtım kapıyı. Kapıyla içeri girdi. Başını iki yana sallıyordu. “Günaydın Serap.”
“Günaydın,” dedi parmak ucuna yükselip yüzünü yüzüme denk düşürerek. “Saçlarını öyle yapıştırmayınca gün aymıyor mu sana?”
Elimi saçıma attım. “Şekil olmamış mı ama?”
“Ne bileyim? Sal biraz,” dedi kaldığımız odanın içine girip küçük çantasını sırt çantasına sıkıştırırken.
“Uyanır uyanmaz gözünü sime boğma sende.”
Kapıyı örterken, “Sim değil bu,” dedi. Gözlerini kapadı net görünsün diye. “Gözlerim kendinden mavi benim.” Kahve gözleri araladı. “İnanmadın mı?”
Komik kızdı aslında. “En az Baver abimin gözleri kadar mavi.”
Gülümsedi. Elimle yolu gösterdim geçsin diye. Salona geçtiğimizde kahvaltıdan sonra çay içip dağılmış bir kalabalık olduğunu öğrenmiştim. Neyseki hepsi akşam restorana gelecekti. Büyük bir tepsiye iki kişilik kahvaltı hazırlayıp getirdiler. Serap’la karşılıklı oturduk.
Yer sofrasına oturmaktan rahatsız olmadığı gibi tepsinin altına serilen sofra bezini dizlerinin üzerine çekmişti oturur oturmaz. Giyiminden, temiz Türkçesinden bizim buralı olmadığına kanaat edecek oluyordum. Ama tam Egeli gibi de durmadığına emindim. Sofradaki hiçbir şeyin ne olduğunu sormadan köy ekmeğine sarıp yedi. “Bu gece hangi parçaları okuyacaksın?”
“Hazırlıksızım,” dedim dürüstçe. “Spontane ilerleyecek bir şekil.”
“Halledersin ya,” dedi çayını yudumlamadan evvel.
Sanki başıma açtığı bir belayla uğraşmıyordum da kendi sorumsuzluğumla yüzleşmem gerekmişti. Onun için bile yetersiz bir destekti. “Eyvallah.” Çayımdan bir yudum aldım. “Bu işi sen başlattın Taklitçi. Düzeltirken de göstereceksin marifetlerini.”
Bardağı dudaklarına dayamıştı ama içemeden indirdi. “Nasıl yani?” Bardağı bırakırken tepsiye bakmadığından dökecek oldu. “Ben de sahneye?”
“Sen de sahneye,” dedim hazırladığım ekmeği ağzımın köşesine tıkarken. “Tabii taklidimi yapmadan.”
“Kendi sesimle?!” diye ciyakladı resmen. Heyecanlanmış mıydı?
“Kendi sesinle,” dedim yine aynı şekilde. Soru ekini fark etmeden mi eksik kullanıyordu? Ses tonuyla sorması bizim tarafa benzeyecek oluyordu. Nereliydi bu kız? “Daha önce kendi sesinle şarkı söylemedim deme.”
“Söyledim!” dedi hemen. “Hep söylüyorum zaten.” Başını hızlıca sağa sola sallayıp saçlarını geriye aldı. “Sözleşmeli olduğum bir mekân yok henüz ama mekânlara girip şarkı söylemişliğim çoktur yani. Kendi sesimle tabii. Sözleşmeli olmamamın sebebi sesimin kötü olması değil bu arada. Birkaç yer kirama bile yetmeyecek kadar ücret teklif ediyordu. Düşün ki ben arkadaşımla yaşıyorum. Kirayı yarı yarıya düştüğümüz halini karşılayamazdım. Zaten iyi ücret teklif eden yerler de biraz şey çıkıyor sonra. O yüzden ben istemedim sözleşmeyi daha. Sesim güzeldir yoksa. Çok sahne gördüm ben.”
Her dediğine başımı sallamakla yetindim. Dökülüyordu bir şeyler. Sorunca kapı duvar olan kızı konuşturmak için heyecanlandırmak gerekti demek ki. “O zaman bu gece zorlanmayacaksın desene.”
Başını sağa sola salladı kendinden emin gibi. Gülümsüyordu. Çocuksu bir hevesin sürüldüğünü bir gülümsemeydi bu.
“Eğitim aldın mı hiç?”
“Yani,” dedi tek gözünü yarı yarıya kırpıp. “Pek alaylıyım diyemem. Bir eğitime başlamıştım. Uzun soluklu sürmese de çok şey öğrendim. Mesela sazla gitarı çalmayı çok iyi öğrendim. Üstüne kendimi geliştirdim tabii. Birkaç enstrümanla da haşır neşiriz ama işte sorun mekanlar. Bazıları profesyonel bir eğitim arıyor. Bazılarıysa ucuza çalıştırmak için köle arıyor.”
“Neden tamamlamadın eğitimini?”
Gülümsemesi parça parça düşmeye başladı. “Öyle,” dedi sadece. Kapattı kendini. Tepside gezindi gözü. Bir şeye heyecanlandı sonra yine. “Peki ben ne söyleyeceğim?”
“Bırak sahne karar versin.”
“Olmaz öyle!” dedi abartılı bir dehşetle. “Sahnede kal gelir insana.”
“Bana gelmez,” dedim ağzımdaki çiğnerken.
“Gelmez tabii. Çocukluğundan beri sahnedesin sen,” dedi ayıplar gibi.
“Nereden biliyorsun?”
Bardağına baktı. “Sağdan soldan.” Başını kaldırdı. “Benim Kürtçe söylemem gerekmez değil mi?”
“Biliyorsan?” dedim yoklamak için.
“Yok. Bilmiyorum. Sadece ezberdi benimkisi. Anlık. Şarkılık.” Gülümsedi. “Sen Kürtçe mi söyleyeceksin?”
“Sahne karar verir ona,” dedim bakkala yolladığım çocuklar salona dalarken. Fırlama olan çocuğu ensesinden tutup yanıma oturttum. “Yemek yediniz mi?”
“Çok kibarsın,” dedi Serap sahte bir gülümsemeyle. Kızlara döndü. “Bizimle yemek ister misiniz?”
Kızlar utanmıştı. İki yana salındılar. “Valla öyle sorsan ben de çekinirdim.” Yanımdaki örtüyü kaldırıp halıya vurdum. “Sen buraya.” Serap’ın yanını işaret ettim öteki kıza bakıp. “Sen de oraya. Yoksa bu abla tüm yemeğinizi yiyip kaçacak.”
Kızlar dediğime gülerken Serap gözlerini açarak uyarı dolu bir bakış atmıştı. “Ne güzel şeyler söylüyorsun sen öyle?”
Kızlar söylediğim yerlere oturmuş muydu, oturmuştu. Ekmeği yanımdakine doğru kaydırdım. Bize eşlik etsinler diye kim daha hızlı çiğner diye sormuş, bir yarış başlatmıştım. Serap çok saçma olduğunu söylemiş, katılmayacak bir hızla çayını yudumlamıştı.
Rakibim çocuklardı. Aynı boy lokmayı bir iki çiğneyişte yutabilmemle hepsini teker teker yenmem saniyelerimi alıyordu.
“Hile yapıyorsun ama,” dedi Serap. Dikkate almaz bir gülüşle karşılık verdim. Tek kaşı yükseldi havaya birden. “Senle ben!” dedi dizlerinin üzerine yükselip.
Çabuk gaza geliyordu. “Hadi bakalım!” dedim aynı şekilde yükselirken. Ekmeğinden bir parça kopardı. Aynı büyüklükte koparıp ağzıma attım. “Üç deyince,” dedim konuşur gibi çiğnerken. Başını salladı. “Bir,” derken çiğnedim. “İki.” Yan tarafa attım ekmeği. Kaşları çatıldı Serap’ın. “Üç.” İki kez çiğneyip yuttum.
“Hile!” diye bağırdı Serap dolu ağzıyla. Yanımızdaki kızlar da ayağa fırlamıştı işaret parmaklarıyla beni gösterip. “Hile yaptı! Hile!” Serap kızlara baktı heyecanla. Ağzındakini hızlı hızlı çiğnedi. “Hile yaptı! Gördünüz!”
Ağzımı açıp gösterdim. “Hani hile? Yutmuşum.”
“Ya bırak!” dedi yerine çökerken. “Hep böyle yapıyorsun!” Daha bir defa oynamıştık. “Ben sayacağım bu defa!”
“Hadi sen say!” dedim çay bardağını kafama dikip. Ağzım ıslak olursa hızlıca yutardım. “Hile yapmak yok ama.”
“Ben sen değilim.” Ekmekten yine kopardık parçaları. Çocuklar ayağa kalkmıştı. Onlar da en az bizim kadar eğleniyorlardı. Kızlara baktı Serap. “Beni destekleyin tamam mı? Na… Serap abla deyin!”
Yanımdaki çocuğu tişörtünden tutup diktim ayağa. “Hozan abi de sen de.” Şimdi yarış çok ciddiydi.
“Üç deyince ağzımıza atıyoruz,” dedi Serap. Ağzım aralık ekmekle beklerken “Bir, iki, üç!” demiş ekmeği ağzına tıkmıştı.
“Hozan abi!” diye bağırdı yanımdaki çocuk. Ekmeği ağzıma sokuşturup hızlıca çiğnedim. Kızlar evi yıkacak gibi “Serap abla!” diye bağırırken Serap ellerini havaya kaldırıp ağzını açmıştı.
Çiğnemeden mi yutmuştu bu deli? Ağzındaki parçayı zor bela yuttum. “N’aptın ekmeği?”
Kızlar büyük bir zafer kazanmışlar gibi alkışa tutarken Serap sağa sola selam verip memnuniyet dolu bir ifadeyle yerine oturdu. O sıra Hamit abi gelmişti kapıya. “Hozan Beyim kalkmışsınız?”
Sofradan kalktım. “Kusurumuza bakma Hamit abi. Malum yol yorgunluğu…” diyerek Serap’ı da dahil etmek için ona döndüğümde ağzının içine bir şey çeviriyordu. Hemen durup gülümseyerek başını salladı.
Dilinin altına mı saklamıştı? Hilekara bakın hele.
“Dedim ben yorgunlar geç kalkarlar diye,” dedi Hamit abi anlayışla. “Ben de geçip mekânı hazır edecektim.”
“Biz de gelelim,” dedim gözümü Serap’tan ayırmadan. “Ne dersin?” Başını salladı. “Ne dedin?”
Baş parmağıyla onaylar bir hareket yaptı. “De hadi o zaman,” diyerek önden çıktı Hamit abi.
Çocuklar babalarının peşine takılıp giderken odadan çıkmadan Serap’ın yolunu kestim kapı önünde. Çenesinden tuttum. “Aç şu ağzını bakalım.”
Kaşlarını çattı. Dili ağzının içinde bir tur döndü. “Ney ya?”
Başparmağımı kapanmadan dudaklarının arasına soktum. “Aç! Aç!” Gözlerini ardına kadar açılmış, elimi itmeye kalkmıştı. “Vurma! Nimetin peşindeyim.”
Elimi savurdu. “Ne olmuş?” dedi ağzında tutmaktan bulamaç ettiğini alenen çiğneyip yutarken. “Hile yapana hile yapılır! Bunu bilemedin mi?”
Islanan parmağımı gömleğime sürdüm. “Senden artık her şeyi bekliyorum ben Serap.” Gömleğimde pembemsi bir iz kalmıştı. Parmağımı çekip baktığımda ne olduğunu anlamam uzun sürmemişti. “Ruj mu sürdün sen?”
“Göz kapaklarım mavi Ozan. Dudağıma sürdüğüm en doğal renge mi takıldın şu an?”
“HaspinAllah,” dedim iz çıkar mı diye yoklarken. Çıkacak gibi değildi. “Geç hadi,” dedim önünden çekilip. Zaten sahne için bir şeyler alsam iyi olacaktı.
Serap çantası almış, ben ceketimi giymiştim. Hamit abiye önce bir mağazanın önünde durmasını rica etsem ayıp olacaktı. Bir yere uğrayıp geleceğimi söyledim. Taksiyle olmaz diyerek kardeşinin arabasının anahtarını verdi. Serap’ı kendi kullandığım araca aldım. “Nereye gidiyoruz?” diye sordu kemerini takar takmaz.
“Yine senin mahvettiğin bir şeyi düzeltmeye,” dedim gömleğimdeki izi gösterip.
“Demiyorsun ben sebep oldum diye.” Camdan dışarıya baktı ilgisizce. “Her şeyi ben sana yapmışım?”
Cümlenin dizilimi, ses tonunun hafif kayışı…
Bu kız İzmir’li değildi. Doğulu bir tarafı vardı kesinlikle. Artık bundan emindim.
Arabayı sürüp caddeye çıktım. Çarşıya kadar yolu sürekli sormuş, arabayı park edip inmiştim. “Ben de üstüme başıma düzgün bir şey alayım,” dedi çantasından cüzdanını alırken.
Benim işim kısaydı. Bugünü geçiştirmelik bir takım yeterdi. Girer girmez ilgilenen elemana ölçüleri söylemiş, getirdikleri arasında en uygununu seçmiştim. Ödemesini yapıp az sonra almak üzere kasada bıraktım takımı.
Kadın bölümü ilerideydi. Serap oraya uçmuş, henüz bir şey seçmemiş boş boş dolanmaktaydı. Ona doğru yaklaştım. Elini reyonun bir rafında gezdiriyordu. Modellere bakmadan hızlı hızlı geçiyordu. Beden aradığını sandım başta. Ama o elini etiketlere atıp fiyatlarına baktıktan sonra bırakıyordu.
“Size nasıl yardımcı olabilirim hanımefendi?” diye sorarak çıktım karşısına. “Alıcı mısınız? Bakıcı mı?”
Hemen uyum sağladı bana. “Niyetim alıcı olmak. Ama bakmakla yetiniyorum şimdilik.” İleride yaşlı bir kadını işaret etti. “Şu hanımefendinin yardıma ihtiyacı var gibi görünüyor. Siz oraya gidin en iyisi.”
“Benim tüm işim sizsiniz.” Reyona yaslandım. “Nasıl bir model arıyorsunuz?”
“Akşam sahnem var. Ona uygun bir şeyler var mı elinizde?”
“Sanatçı mısınız?” diye sordum şaşkınlıkla.
Gülmemeye çalıştı. “Henüz değil. Şarkıcıyım.”
Söylediğine şaşırmadan edemedim. “Sen de mi ikisini ayırırsın?”
“Evet. Henüz bir eserim yok. Sadece şarkı söylüyorum.” Teessüf eder gibi baktı. “Ne ara senli benli olduk? Müdürünüze şikâyet ederim sizi.”
“Pardon efendim.” Elimi rafta gezdirdim. “Akşam sahneniz için öneride bulunmamı ister misiniz?”
“Lütfen. Buyurun,” dedi geri çekilip.
Rafa baktım alıcı gözüyle. Gözüme güzel görünen bir şey yoktu. Birkaç reyon ilerledim. Düğünlük abiyeler sıralanmıştı. Bir kısmı orta yaşın üstüne iyi giderdi. Yanlarından geçerken kaynana enerjisi atıyordu insanın üstüne. Durup selam veresim geliyordu. Rengarenk olanlar da fazla çocuksuydu.
Kadınların kıyafetten yana çekilecek bir çileleri yazılmıştı ömürlerine. Bizim kızları çarşıya indirdiğimde de kapılarında beklerken az şikayetlerini dinlememiştim. “Zor bir durum,” dedim reyonlardan uzaklaşırken.
Cansız mankenin üzerinde beyaz bir elbise görünce durdum önünde. Gayet sade, temiz, zarifti duruşu. Ne büyük bir iddiası vardı ne de sahnede sönük kalacaktı. Kare önü fazla açık bir dekolteye kaçmazdı. Kollarındaki tül de yer yer sıkılmış, elbiseyi iyice bir canlandırmıştı. “Bu?” dedim Serap’a dönüp.
Elbiseye baştan aşağı bakmıştı. Hayranlık oturdu yüzüne. “Bedeni var mıdır ki?” dedi bir şeyden emin değil gibi. Yaklaşıp parmak ucuna yükselip yakasına baktığında etiket aradığını anlamıştım. Bulamayınca dönüp bana baktı. “Fiyatını sorsana birilerine.”
“Geç sen kabine.”
Kasadaki kadına işaret çaktım. Mankenin üstündekinin sadece büyük bedeni vardı. Onu da depodan getirecekti. Serap cüzdanını bana bırakıp kabine geçti.
Biraz sonra çalışan kadın elinde kıyafetle geldi. Serap kabinin içinden seslendi. “Fiyatını sordun mu Ozan?”
Teslim aldığım kıyafetin üzerinden etiket sarkıyordu. Baktım. Benim takımla hemen hemen yakındı fiyatı. Serap’ın baktığı reyondakilere göre pahalı kaçıyordu ama. Elimdeki cüzdanın fermuarını araladım sağımı solumu yoklayıp. Buruşturulup sıkıştırılmış birkaç fiş, fişe sarılı elbisenin yarısını karşılamayacak bir meblağ vardı sadece. Başka bir şehre tek başına gelmiş bir kız için yeterli parası yoktu.
Aklıma kahvaltıda dedikleri geldi. Arkadaşıyla ortak kira ödediğini, kazandığının onu bile ödemeye yetmeyecek kadar az olduğunu söylemişti. Belki de dedikleri doğruydu. Taklit yapmaktaki tek amacı para kazanmaktı.
“Ozan? Sordun mu?”
Cüzdanını hızlıca kapadım. Elbisedeki etiketi kopardım. “Bakacaklarmış. Sen bi’ dene de.” Elbiseyi kapının üstünden içeri attım. “Yakaladın mı?”
“Kafama attın!”
“Yakalamışsın.” Elimdeki etiketle kasaya gittim. Kendi cüzdanımı çıkarıp ödemesini yaptım. Umuyorum ki bedende sıkıntı çıkmazdı.
Kasanın yanındaki kemerlerin fiyatları uygun geldi gözüme. Bir tanesini aldım. Etiketini kopardım. “Bunun ödemesini hanımefendi yapacak. Dursun burada.”
Kemeri takımın üzerine bırakıp döndüm kabinlerin oraya. “Hadi! Gece oldu ha!” diye seslendim.
Kapı aralandı hemen. “Fiyatı sordun mu?” Elimdeki etiketi gösterdim. Sadece fiyat kısmına baktı. İnanamadı. “Şaka yapıyorsun?”
“Geçen sezondan kalmaymış galiba. Satılsın diye indirmişler.”
“Şaka yapıyorsun!” dedi heyecanlı bir sıçrayışla. Kapıyı tam açıp çıktı. “Alıyorum!”
Elbise üzerine oturmuştu zaten. “Tamamsan al da gidelim.”
“Tamamım,” dedi elini saçına atıp. “Şunları da şöyle toplasam,” dedi karşıdaki aynaya dönerek.
Bu kadar düz bir elbiseden hiç beklenmeyecek o şeyi gördüm. Sırtı kalçasına dek açıktı. “Fermuarın açık kalmış galiba.”
“Ne fermuarı?” dedi yan tarafını yoklayarak. “Kapalı.” Aynaya ters dönüp sırtına baktı. “Dekoltesine de bayıldım ayrıca.” Aynadan bana baktı. “Ne diyorsun?”
“İyiymiş.” İyi kandırmıştı beni. Beyaz mankenin üzerinde beyaz elbisenin ardına saklanmış dekolte iyi gizlenmişti. “Sen beğendiysen?”
“Çok beğenmedim aslında ama bu fiyata bir daha böylesi bulunur mu?” dedi cüzdanını benden alıp. “Hayatta ilk defa şans benden yana resmen. Kaçırmayacağım.”
İyi bir bok yemişim.
Serap kabine girip değişti üzerini. Sevinçliydi. Gülümseyerek gitti kasaya. Ödemesini yapacağını söyledi. Kasadaki kadın zaten ödenmiş olduğunu söylemeden kemerin etiketini uzattım. Onu ödeyeceğini söyledim. Takımımla kıyafeti poşetleyip uzattı. Çıktık oradan.
Yolda Batman’da olduğumu duyan bir iki tanıdık aradı. Onlara uğramadan gidersem darılacaklarını söylediler. Bu akşam dolu olduğumu anlatırken mekâna varmıştık bile. Telefonu kapatıp arabayı park ettim.
“Ne yapacağız şimdi?”
“Sahne hazırlığı,” dedim kapıyı açarken. “Senin taklit edemediğin kısmı.”
Peşimden indi çantasıyla. Poşetlerle çantayı ondan alıp kapıdaki gence verdim içeri götürmesi için. Cüzdanla araba anahtarını tek elime alıp mekânın arka tarafına doğru giriş yaptım. “Selam beyler! Kim var kim yoksa beş dakikaya sahnenin önüne toplansın. Hazırlıkları başlatıyorum!”

🎻🎻🎻
Evet Nalin, inandım. Sen kesinlikle daha iyi taklit edebilmek için Hozan’la kaldın. Sana tüm yüreğimle inanıyorum.
Biliyorsunuz, Ozan sahneye çıkmaz. Sonraki bölüm Bülbül ve Hozan yan yana olacak yani💃🏻
Görüşmek üzere Bülbül 🐦
