AG FİNAL PART 2

39.Bölüm Part 5’in devamı Bülbül Ve Dans kitabında yaşanacak. 

Final partları sadece Memet ve Zühre’nin sonuna dairdir. Adına kitap yazılacak karakterlerden SPOİLER OLMAMASI İÇİN özellikle bahsedilmeyecek! (Yakalayabilirseniz herkesle ilgili spoiler dolu😉)

☀️☀️☀️

*YEDİ YIL SONRA*

(2006)

Çocuklarla Zühre’nin sesi mutfaktan geliyordu. Evrak çantama çok zamandır üstünde çalıştığım inşaatın dosyalarını yerleştirdim. “Zühre!” diye seslendim odadan çıkıp merdivenleri inerken. Alt kata inince çantamı dış kapının yanındaki vestiyere bıraktım. “Çocuklar hazır mı?”

“A babanınız geliyor işte!” dedi Zühre çocukları telaşlandıracak bir sesle. “Hemen bitirin o tabağı. Yoksa size çok kızacak.”

Çocuklar şu ara kahvaltıda pek isteksiz oluyordu. Alışmışlardı konakta kurulan sofrada dönen muhabbetle bir saatten fazla oturulmasına. Eve döndüklerinde okul için erken kalkıp hızlıca yiyip çıkmak zorunda olmak onlara iş gibi geliyor, sıkıyordu. Zühre de sözünü geçiremediği noktada haberimin bile olmadığı bir şeyden gelip onlara kızacağımla denetimi sağlıyordu üstlerinde.

Mutfağa girsem kimseye kızacağım yoktu. Fakat öylece geçip otursam Zühre’nin üstlerinde sağlamaya çalıştığı otorite dayanıksız kalacaktı. Yemelerini tamamlamaları için birkaç dakika daha müsaade tanımak üzere salona geçtim. 

Zühre’nin annesi elindeki telefona vermişti tüm dikkatini. Beni fark edince hemen başını kaldırıp telefonu uzattı. “Bana bir çağrı düşmüş. Onu geri arayacağım. Bir türlü olmuyor.”

“Bakayım Xalti*,” dedim içeri girerken. Telefonu alıp yanındaki tekli koltuğa oturdum. Kadıncağız son aramalara girmeyi biliyordu. Orasını öğretmişti kızları. Ama benim çocuklar buldukları her telefondan yılan oyununu açıp, skora koşmak için geri kapatmıyor, durdurup bırakıyorlardı köşelere.

Oyunu kapatıp son aramalara girdim. Çağrı ablasından gelmişti. Arama tuşuna basarak uzattım. Zühre’nin annesi karşı taraf ses verene kadar telefonu bozulmuş da ben düzeltmişim gibi dualar etmişti. Rahatça konuşsun diye salonun kapısını ardımdan çekerek çıktım. 

Zühre’nin ricası üzerine annesinin ailesiyle barışması için eve yerleştiğimiz ilk sene tarafları barıştırmaya niyetlenmiştik. Sonuç olarak bu kadın çok gençken kaçmıştı baba evinden. Senelerce ailesinden ayrı kalarak bedel ödemişti. Büyüklerinin cenazelerine, kardeşlerinin düğünlerine, yeğenlerinin doğumlarına çağrılmamıştı. Aynı şekilde çocuklarının doğumunda, kocasının cenazesinde, torunlarının görmesinde kimsesi olmamıştı yanında. 

Bu küslük artık yaşlı başlı inşaların sürdürebileceği bir küslük olmaktan çıkmıştı. Birinin bir adım atması gerekti. Zühre’nin annesi ailesine nasıl ulaşacağını bilmiyor, karşı taraf da gurur yapıyordu. Sonunda ben el atmıştım olaya. Zühre’nin dayısının telefonunu bulmuştum ilk. Diğer kardeşlerin de numarasına ondan ulaşmıştık. Hepsini arayıp yeni evimize tek tek davet etmiş, gelemeyeceğini söyleyenin biletine kadar alıp ısrarcı olmuştuk. 

Seneleri deviren küslük ömürlerinin sonlarına yaklaşan kardeşleri bir araya getirdiğimiz gün bitmişti. Bunun hazırlıkları üç gün kadar sürmüştü. İtiraf edemeseler de iki taraf da bunu bekliyormuş yarım ömürdür. Zühre’nin anne tarafından çağırdığımız herkes ailesini de alıp gelmişti. Pek çoğuyla Zühre’nin annesi de ilk defa tanışacaktı. Ayrıldıklarında bekar olan tüm kardeşler evlenmiş, çocukları olmuştu. Kiminin doğan çocukları bile evlenmiş, torun vermişti ailesine.

O kadar kalabalıklardı ki tanışmaları bir günle bitmezdi. Gecesinde her odaya döşekler atıldı, birlikte kaldı hepsi. Ertesi gün de konağa geçmiştik daha rahat olmak için. Orada benim ailemle tanışmışlardı bir de. Zühre’nin annesinin yıllar süren hasreti bitmişti nihayetinde. Bizim konağa da ayağını sokmuştu bu sayede.

O gün bugündür barışan kardeşler birbirlerinin hayatındaki eksikliklere yetişmek için her gün birkaç saat de olsa telefonda görüşüyordu. Bazen birbirlerini görmek istiyorlardı. Zühre’nin annesi onu çağıran hiçbir kardeşini kırmak istemiyor, valizini toplayıp gidince bir aya yakın kalıyordu. Yeri yurdu belliydi nasılsa. Misafirlikten yorulunca beni araması yetiyordu. Hemen alıp evine getiriyordum. 

Esme de bazı ziyaretlerinde annesiyle gidip gelmişti. O taraftan bizi arayan birkaç talibi olmuştu. Hiçbirine Zühre üstünden Esme’nin fikrini almadan dönüş yapmamıştım. Başta tüm taliplerini reddeden Esme, sonunda dayısının baldızının oğlunu kabul etmişti. 

Kayınpederimin eksikliğini hissetmemeleri için ailesinin büyüğü olarak kızı benden istemelerini kabul etmiştim. Esme’nin nişanını da konakta yapmış, tüm yakınlarını ağırlamıştım. Oradan sonrasını erkek tarafı devralmıştı artık. Bir sene içinde gelinleri olan Esme’ye düğün yapmış, bizden götürmüşlerdi. 

Varlığına alışmıştık. Zühre’yle annesi kadar çocuklar da ağlamışlardı Esme’nin ardından. Kız vermeyi hiç sevmemiştim bu yüzden. Neyseki Esme’nin başka şehre gelin olmasından sonra Zühre de annesi gibi her gün mutlaka kardeşini arayıp halini sormayı huy edinmişti. Ondan daima haberdar oluyorduk.

Çocuklar okullu olduğundan bu yana hafta içi kendi evimizdeydik temelli. Cuma gününe uyandığımızda Zühre büyük çocukları okula gönderip küçüklerle birlikte doğruca konağa geçiyor, akşam yemeğini orada hazır ediyordu. Hafta sonu da konakta babamlarla oluyorduk. Düzenimiz böyle tutmuştu seneler içinde. Konaktakiler memnundu bu kadarından bile. Biz de onlarla vakit geçirip kendi evimize geçtiğimizde rahatlıyorduk böylece. 

Bugün cumaydı yine. Zühre’nin çocukları hızlı hızlı yedirmesindeki telaş onları okula gönderdikten sonra konağa geçecek olmasındandı.

Çocukların tabaklarında yemek bırakmadıklarını düşünüyordum artık. Mutfağa girdim. Kerem’le Mir’in geride bıraktıkları tabakları neredeyse temizdi. Aralık duran mutfak kapısından arka tarafa çıkmış top oynuyorlardı yine. Onlarla top oynamaya çıkmak için direten Rojhat tabağını yarılamamıştı bile. Zühre zorla sandalyesinden tutuyor, yesin diye kaşığı ağzına sokmaya çalışıyordu.

“Rojhat’ın eli yok mu?” dedim daha kapının önünde. 

Zühre çatalı tabağa bıraktı. Rojhat hemen alıp ağzına attı. “Baba ben kendim yiyorum,” dedi ağzına ne soktuğunu bilmeden çiğnerken. 

Zühre dakikalardır yememek için savaş veren oğlunun tabaktaki her şeyi ağzına süratle tıkıştırmaya başladığını görünce rahatlamışsa da kızgın bir kaş çatmayla bakmıştı. “Yavaş!”

“Baba ben sadece kendim yiyorum,” dedi en başından beri kendi başına yemeğini yiyen kızım. “Önce peynir yedim. Ee… Sonra yumurta yedim. Sonra… Zeytin yedim.”

“Bal da ye kızım,” dedim yanındaki sandalyeye oturunca. Beline kadar inen kahvesi sarımtırak parıldayan saçına elimi attım. “Masaya anneniz ne koymuşsa yiyin.”

“Ben bal yedim ki!” dedi Rojhat tabağındaki her şeyi ağzında toplamış bir homurtuyla. “Yemedim mi anne?”

“Yedin, yedin! Ömrümü yedin,” dedi Zühre bıkkınlıkla Rojhat’ın siyah önlüğünün açılan yakasını iliklerken. “Yavaş çiğne. Boğacaksın kendini.”

“Superman boğulmaz,” dedi Rojhat tam çiğnemediklerini tek seferde yutmaya çalıştığı için öksürüklere boğulmadan evvel.

Baver’e çok vurduğumdan mıydı? Hozan’ı fazla kınadığımdan mı? Yoksa Berzan’ı yaşına başına bakmadan dövdüğümden mi? 

Benim oğlanların böyle olmasının sebebi birinden birinin bana içerlemesinden olmalıydı.

“Al Superman, su iç,” dedi Zühre kalkıp telaşla doldurduğu suyu uzatırken. 

Rojda eliyle ağzını kapatarak güldüğünü gizliyor gibi yaptı. “Baba annem Rojhat’ı Superman sanıyor.”

Rojhat suyunu içtiği gibi sandalyeden yere atlamıştı. Bacaklarını hafif kırarak ellerini gökyüzüne kaldırmıştı. “Ben gerçek Superman’im!”

Zühre’ye baktım göz ucuyla. Çocuklar hangi çizgi filmi izlemişse o biliyordu genelde. “Çantasındaki çizgi film adamı var ya,” dedi bardağı masaya bırakırken. 

Rojhat mutfak tezgahındaki beslenme çantasını gösterdi hemen. “Superman!” dedi sesini ona benzettiği sandığı bir kalınlaştırmayla. 

Kardeşlerimden biri daha bana ah etmiş olabilir miydi? 

Ben birine haksızlık etmiştim. Onu biliyordum. Unutamıyordum.

“Çıkacağız birazdan,” dedim sofradan aldığım bıçakla bir parça ekmeğe bal sürerken. Rojhat’a uzattım. “Ye şunu da.”

“Ama baba!” dedi büyük bir coşkuyla. “Sen gelmemiştin. Ben kaç tane yemiştim.”

“Kaç tane?” dedim uydurduğunu tahmin ettiğimden. 

Elindeki parmaklara baktı. Kaç dese inanacağımı seçer gibi baktı bana sonra. Elinin birini parmaklarını aralık bırakacak şekilde kaldırdı. “Beş tane!”

“Çüş!” dedi Rojda. “Bir tane bile yemedin!” 

Ellerini iki yanında yumruk yapıp bağırdı Rojhat. “Yalan söyleme! Sen görmemiştin!” 

“Hişşş…” dedim gözüne uyarı dolu bir ifadeyle bakarken. “Kardeşe kızılır mı?”

Zühre gülecek oldu dediğime. Çocuklar görmeden elini ağzına dayar gibi yaptı. O kahvesi hâlâ sımsıcak bakan gözleriyle bana geçmişe dair çok şey söyledi.

Hâlâ havada tuttuğum ekmeği uzattım oğlana. Bir annesine baktı Rojhat bir bana. Sonunda ekmeği ağzıyla kaptığı gibi bahçeye açılan kapıya gitti. Eliyle ağzını işaret edip hızlı hızlı çiğnediğini gösterdi. 

“Çık oyna,” dedim artık gitsin diye. 

Hemen perdeyi açıp ayakkabılarını ayağına geçirdi. Abilerinin yanına attı kendini zıplayarak. “Ben Alex de Souza!”

“Hadi lan!” dedi Kerem topu ayağının altında durdurup. “Geçen de Alex sendin. Şimdi Mir’in sırası. Yarın benim.”

“İki gün ben Alex olacaktım!” dedi Rojhat yalandan iki parmağını kanıt gibi gösterip. Fenerbahçe’de Alex’ten başkasının adını aklında tutamıyordu. 

Önlüğünün önünü iliklememiş Mir, Kerem’in yanında durdu. Elini büyüdükçe rengi sarıya çalan saçlarına atıp geriye savurdu. Bu hareketi gözümün önüne Hozan’ın küçüklüğünü getirdiğinde gözümü çocuklardan çekip alamamıştım bile. 

Kardeşini uyardı Mir. “Mızıkçılık yapacaksan oynamayacaksın Rojhat!”

“Oynayacağım!” dedi Rojhat ayağını yere vurup. 

“Tamam, kavga etmeyin,” dedi Kerem elini her ikisinin de omzuna koyup. “Bugün Alex olma sırası Mir’de. Rojhat da Marcio Nobre olacak.”

“Nobre!” dedi Rojhat kim olduğunu bile bildiğini düşünmediğim bir neşeyle. “Nobre Superman!”

Mir güldü kardeşine. “Geri zekalı bu çocuk,” dedi Kerem’e bakıp. 

“Sesiniz babanıza geliyor!” dedi Zühre başını dışarı uzatıp. “Kim küfretti?”

Rojhat hemen abisini göstererek ispiyonlayacakken Kerem havaya kalkan eli indirtti. “Yok bir şey anne! Yanlış duydun! Maç yapacağız. Kapıyı çek içeriden!”

“Babanızın uşağıdır anne!” dedi Zühre kapıyı çekerken. “Wey! Wey! Wey!” dedi masaya geri dönerken. “Şu oğulların…” Bana bakınca oturmadan sordu. “Çay vereyim Mem?”

“Ver,” dedim bal sürdüğüm diğer ekmek dilimini Rojda’nın tabağına bırakırken. “Bunu da ye baba.”

Oğlanlar nasıl olmuşsa büyüdükçe hayvan amcalarına çekmeyi becermişlerdi. Allah’tan kızım lafımı hiç ikiletmezdi. Tabağına koyduğum ballı ekmeği alıp küçük küçük ısırırken yüzüne düşen saçlarını elinin tersiyle geriye itmekteydi. 

“Rahatsızsan topla kızım şu saçlarını,” dedim bala yapışıp ağzına girecek teli tutup çekerken. 

“Annem örmüyor ki,” dedi yere ulaşmayan ayaklarını sandalyenin içine doğru sallarken. 

“Örüyorum,” dedi Zühre doldurduğu bardağı önüme bırakırken. “Beğendiremiyorum kızına.”

Rojda hemen karşılık verdi annesine. “Çünkü ben balık sırtı yap istiyorum!” İki eliyle tuttuğu dilimden parmağına akan balı yaladı. “Sen hep üç parçaya ayırıp birbirine doluyorsun saçımı.”

Ekmeğinden ısırık almak için eğildiğinde saçı tabağına girmesin diye tek elimle kavradım ardından. Balık sırtı dediği ne oluyordu bildiğim söylenemezdi ama bildiğim bir şey varsa o da Zühre’nin kız saçı yapmayı gerçekten becerememesiydi. Her sabah Rojda’yla bağırış çağırışları şu saç üzerineydi. 

“Tamam, kızım, tamam,” dedi Zühre alıngan bir sesle. Çekmeceden bir çatal çıkarıp önüme koydu. “Sizin anneniz ne saç taramasını bilir ne örgü yapmasını bilir. Cahildir!”

Bir elim kızımın saçında çayımdan bir yudum alırken onları kendi hallerine bıraktım. Oğlanlar olunca tartışmaya karışmam işe yarıyordu da Rojda’nın ağzı iyi laf yapıyor, annesine yetişmesini biliyordu. 

“E öğren anne,” dedi işaret parmağını ekmeğin üstüne gezdirip topladığı balı ağzına sokarken. “Asmin yenge nasıl öğrenmiş?”

“Asmin yengen benim kadar çocuk peşinde koşturmuş mu?” dedi Zühre kendini sandalyesine bırakırken. “O daha oğlu doğduğunda altını değiştirmeyi bilmezdi. Ben ona öğretmişim!”

“Ne alakası var anne?” dedi Rojda ayaklarını hızlı hızlı sallarken. “Ben sana altımı mı değiştir diyorum? Bebek miyim ben?” Gülmemek için dudaklarımı düz tutmam gerekmişti. “Asmin yenge her gün her gün kızının saçını çok güzel örüyor. Kirazlı tokalardan takıyor. Sen niye aynısından yapmıyorsun?”

Zühre hakaret yemiş gibi irice açtığı gözleriyle bana bakmıştı. “Duyuyor musun kızın bana ne diyor? Beni nasıl beğenmiyor?”

“Sen de örgü yapmayı öğren artık Zühre,” dedim ciddi tutmaya özen gösterdiğim bir sesle. Rojda’nın saçını geride kalacak şekilde bıraktım. Çatalımı alıp bir parça peynire takıp ağzıma attım tartışmalarından uzakta kalmak için. 

Ben daha o peyniri çiğnerken hüsranla bakmıştı bana Zühre. “Yapmayı bilmiyor muyum Mem?”

“Aynısı değil anne. Aynısı değil,” dedi Rojda hemen. Bu kez dönüp kızıma baktı o sıfatla. “Söyleyince de böyle küsüyorsun.”

“Siz bana kötüsünüz,” dedi Zühre ardına alınganca yaslanıp. “Bir tanecik kızım var. Saçını uzun uzun taramak istesem kabahat. Döndürüp bağlasam kabahat.”

“Ben öyle istemiyorum çünkü,” dedi Rojda tane tane. “Asmin yengeden öğrenebilirsin anne. Balık sırtı ör saçımı. At kuyruğu istemiyorum!”

At kuyruğunun nasıl olduğunu biliyordum. Zelal öylesini yapardı küçükken. Sinirlendiğinde o kuyruğu iki yana sallaya sallaya giderdi önümden. 

Gözümün önünde Rojda’nın sarımtırak kahveleri koyulaştı, bir Zelal edecek oldu yamacımda. Zelal yer sofrasında bacaklarını altına katlamış, bağır çağır sesi erkek odasına atacak şekilde konuşuyor olacaktı halam gibi şiddetle.

Maziye çektiğim solukla bir hayal eklenecek oldu soframa. Mutfağa bağladığı saçını savura savura girmişti sanki beş yaşlarında Zelal. Durmazdı hiç yerinde. Bahçede oynayan abilerine gidip sataşmak isteyecekti çirkefçe. Baver’in attığı top yüzüne gelmesin diye Hozan çekiştirecekti onu köşelere. Top Zelal’e çarparsa çıkıp kızacaktım ben de hepsine.

Bugün çocuklarımda kardeşlerimi ne çok özledim böyle?

“Mem?” dedi Zühre durgunluğumu fark ettiğinde. 

Bir şey demeden gülümsedim çayımdan bir yudum alırken. Buradan sonra doymuştum zaten.

Rojda annesine Asmin’i aratmak için ısrar etmeye başladı. Sonunda elini telefonuna atıp aradı Zühre. Hoparlöre alıp masaya koydu. Araması yanıtlanır yanıtlanmaz yüksek sesle konuştu. “Asmin! Şeytan Asmin! Ne iştir benim başıma açmışsın? Nasıl yapılıyor o balığın sırtında örgü müdür nedir?”

“Balık sırtı örgü!” dedi Rojda düzeltmek için. 

Gülümseyecek oldum hallerine. Zühre sinirle bana bakınca onlara değil de çay bardağıma bakıyor gibi kaldırmadım gözümü.

Asmin yanımda olsa gelinlik edeceğinden konuşmayacaktı. Telefonda olunca burada olduğumu bilmediğinden rahattı. Zühre’ye örgüyü nasıl yapacağını anlatıyordu. Arka taraftan Şiyar’ın oğlanlarının bağırışları buraya kadar taşıyordu. Zınar okula gitmeden evvel küçüğü Civan’la oyuna dalmış olmalıydı. 

O kadar emindim ki şu gürültüde Şiyar da benim gibi mutfağa geçmiş sessizce kahvaltısını yapıyordu. Beni gördüğü ilk yerde okul diye bir şey olmasa çocukların etrafı başına yıkacağını, akşam dönüp de bulabileceği bir evi olmayacağını söyleyecekti. 

Ben altı çocuğun sadece dördünü okula götürebiliyordum oysa. İkisi daha küçüktü. Zühre’yle akşama kadar beni bekleyecekler, işten döndüğüm gibi okuldan dönen dörtlüyle birlikte tepeme atlayacaklardı. 

Zühre telefondan altığı direktifle kızın saçını örmüşse de Rojda’ya beğendirememişti. Birbirlerine girdiler yine. 

Telefon kapanınca aralarına girdim. “Şu saçı normal toplasanız olmuyor mu? Atın kuyruğu gibi yapın.”

“Olmuyor baba, olmuyor,” dedi kızımın mavi gözleri sinirden hemen dolmuş. “Teneffüste ip atlarken gözüme giriyor.”

Zühre’ye baktım bir çözüm bulsun diye. Her sabah saç kavgası yapacak değillerdi. 

“İyi,” dedi Zühre sonunda. “Asmin’ler akşam konağa geleceklerdi. Orada öğrenirim bir şekil.”

Rojda yerinde zıplamıştı. “Yaşasın! Asmin yenge geliyor!” 

Zühre yüzünü ekşitti. “Asmin doğurmuş seni?” 

Benim kızın en sevdiği arkadaşı Şiyar’ın kızıydı. Okulda da aynı sınıftalardı. Bir de akşam birlikte olacaklardı. Birbirlerinden nasıl bıkmıyorlar anlamadığım bir sevinçle zıplayarak mutfaktan çıktı. 

“Senin bu çocukların benim ömrümü yemiş Memet,” dedi Zühre yalnız kaldığımızda. “Rojhat yemeğini yemez. Rojda saçını beğenmez.” Dirseğini masaya koyup elini alnına yasladı. “Siz gidince daha Arda kalkıp ağlayacak beni niye okula götürmediniz diye. Okula yazılana kadar hepsi gideceğim diye ağlıyor, yazdırınca artık gitmeyeceğim diye nazlanıyor. Anlamıyorum.”

Çayımı daha içesim yoktu. Masanın ortasına koyarken çok sabah duyduğumdan alıştığım şikâyeti dinlemiştim. “Şiyar’lar niye akşam bizde?” diye sordum sustuğunda. 

“Sadece Gulazer hala, Asmin ve çocuklar gelecek,” dedi Zühre ardına yaslanırken. “Rahmetli Civan’ın seneyi devriyesi geliyor ya. Yine mevlit okutturacaklar. Geçen sene hazırlıkları Gulazer halanın yanında konuştuklarında çok ağlamıştı. Bu sene dedim ki gelsinler konakta konuşalım. Hala odada kardeşleriyle otururken biz mutfakta yapılacakları konuşup bitiririz gizliden.”

Civan’ın vefatının üzerinden geçen beşinci sene olacaktı bu. Eve çıkmasının üstünden neredeyse iki sene kadar ancak yaşamıştı. O iki senenin son demlerinde kötülediğinden daha fazla direnmeyeceğine hepimizi hazırlamıştı. İnsan sevdiği birini o kadar acı içinde gördüğünde ölümün de hak olduğuna kanaat ediyordu demek ki. Civan’ın Hakk’ın rahmetine kavuşması bize ancak o zaman önceki kadar ağır gelmemişti. 

Şiyar’ın ilk oğlunu görmüştü Civan. Zınar’ı sevmişti. Kızın doğumunda onu sevebilecek kadar çok kendinde değildi. Üçüncü yeğeni ise ölümünden üç sene sonra olmuştu. Onu hiç bilmemişti ama küçük olan adını Civan’dan almıştı. Gulazer halanın evlat acısına bu kadar dayanabilmesinin bir sebebi belki Şiyar’dan olan o küçük Civan’dı. 

“Sercan mevlide gelecek miymiş?” diye sordum artık kahvaltıya devam edecek iştahı tamamen kaybettiğimde. 

Zühre’nin ailedeki herkesle benden çok irtibatı vardı. “Bileti çoktan kesmiş. Gelecek,” dedi. Muhtemelen Asmin’den duyduğu bilgiyi ekledi. “Zaten onun karısı geçen kavga çıkartmış. Sercan niye Ürdün’de Şiyar’ın geçenki kaldığından çok kalmış da onun kocasını eziyorlarmış da bilmem ne.” Elini masaya koyup yaklaştı. “Ben de saf gibi Asmin’e diyordum ki o küçük gelindir. Kocası uzaktayken sıkılıyordur, gelirken mutlaka yanında getir. Asmin de dedi ki, ‘Ne sıkılması? Hanımefendinin evde olduğu yok.’ Sordum o ne demektir diye? Meğersem geçen yaptıklarına dayanamayınca Gulazer hala bunu bir temiz dövmüştü ya. Ondan sonra…”

“Zühre,” dedim dedikodu yapmaya geçtiğini anlasın diye. Halamın gelinleriyle ilişkisi benim bilmemi gerektiren bir şey değildi. 

“Ay iyi tamam. Ben Şermin’i arar onla konuşurum bunları.” Telefona gitti eli. “Hatta onu da çağırayım konağa. Zaten Asmin geliyor. Yanında getirsin.”

Eline uzanıp tuttum. “Toplama şu kalabalığı yine.”

“Sadece Şermin’le Asmin olacak. Nedir?”

Şermin Gulazer halamın eltisinin evinin geliniydi. Zühre şimdi Özdağ’ların evinin üst katından Asmin’i, alt katından Şermin’i çağırmaya kalksa biliyordum ki ayıp olmasın diye evin kalanını da davet edecekti.

“Mevlitte oraya gidip görüşeceksin zaten hepsiyle,” dedim hafta sonunda başıma misafir çıkarmasın diye.

“Ay iyi tamam,” dedi telefonu bırakırken. “Biz zaten biz bize yeterince kalabalığız. Fazlasını senin başın kaldırmaz.”

“Ha şöyle,” dedim elini bırakıp ardıma yaslanırken. “Siz kaç dakikaya hazır olursunuz?”

“Hazırız aslında,” dedi etrafına bakıp. İki evi idare etmeye alışmıştı seneler içinde. “Sofrayı toplayacağım sadece. Sen çocukları bırakıp gel, kapıdan alırsın bizi.” 

Çocukların ders saati de yaklaşmıştı artık. Yerimden kalkıp arka bahçeye açılan kapının önündeki perdeyi yana çektim. “Çocuklar!”

Topu ayağının altından çevirip üstüne çıkaran Mir havaya fırlatıp göğsüyle karşıladı geri. Kerem’e pasladı. Kerem pası gole çevirmek için kafa atacakken sesimi duyunca topu eliyle tutup eve doğru döndü. “Ha baba?”

“Okul saati!”

“Ama ben hiç gol atmadım!” diye bağırarak kendini yere attı Rojhat. 

“Ben golümün birini sana yazmıştım,” dedi Kerem topu yere bırakıp. Ayağının ucuyla kardeşini dürttü. “Kalk bak babam bakıyor.”

“Rojhat!” diye bağırdım olduğum yerden. “Okul saatidir dedim!”

Oflayarak kalktı yerden. Eliyle ağzının kenarlarını kapatarak Mir’e dil çıkarırken sanıyorum görmeyeceğimi sandı. “Rojhat!” dedim bu kez bir tık sinirli. 

Ellerini indirip evin yan tarafından ön tarafa kaçtı. Mir’le Kerem benim yanıma gelmişti doğrudan. Terledikleri için peçete alacakları mutfaktan. 

“Baba bak sırf senin için dövmüyorum şu çocuğu,” dedi Mir içeri uzanıp aldığı peçeteleri katlayarak saçlarına sürerken. “Çelme takıp duruyor. Önlüğümü kirletecek.”

Peçetenin bir kısmını koparıp içeri eli uzanmayan Kerem’e verdim. “Oğlum siz niye anlaşamıyorsunuz? Derdiniz nedir birbirinizle?” 

Mir gole koştuğu anda kardeşinin onu engellemek için sürekli çelme taktığını anlatıyordu ki Kerem içeri doğru bağırdı. “Rojda! Onlar benim kartlarım mı?”

Rojda çantasına gizlice tıkıştıracağı kartları arkasına aldı. “Hayır!”

Kerem ayakkabılarını çıkarıp içeri dalacak oldu. Göğsünden tutup durdurdum. “N’oluyor?”

“Baba benim oyun kartlarımı çalmış!”

“Çalmadım,” dedi Rojda arkasındaki kartları çıkarıp göstererek. “Sınıftaki çocuklara gösterip geri koyacağım!”

“Ya bırak! Kaybedeceksin!” dedi Kerem kapının girişinde ben varım diye giremediğinden. 

“Al! Yemedik!” diyerek yere attı Rojda. Çantasını tek koluna takıp bir hışım çıktı mutfaktan. 

“Ya sabır,” dedim masadaki kahvaltılıkları buzdolabına koyan Zühre’ye doğru.

“Sen yine işe gidiyorsun Mem,” dedi Zühre kalçasıyla kapağı kapatıp. “Hafta sonları tatil. Biz akşam sen gelene kadar beraberiz.”

“Topla şu kartları,” dedim Kerem’e. “Herkes arabaya!” dedim ortaya. Çıktım mutfaktan. 

Vestiyerden evrak çantamı alıp kapıya çıktığımda Zühre omzunda asılı duran yazmasını başına çekmiş, elinde  çocukların beslenmeleriyle peşimden gelmişti. “Hadi iyi dersler!” diye bağırdı hepsini benim elime tutuştururken. 

Oğlanlar arabanın önüne çıkmıştı doğrudan. Rojda abisine küs olduğu için bahçenin içinden çıkmadan beni bekliyordu. “Bebeklerken bu kadar zor değildi,” dedim ayağımı ayakkabıma geçirirken.

“O zaman da zorlardı,” dedi Zühre içini çekip. “Ben çekiyordum. Sana gelmiyordu kavgaları.” Kapıya doğru yaslandı. “Bak şimdi de sen yine işe gidip kurtuluyorsun. Ben Mehmet’le Arda’yı kaldırıp onlarla akşamı edeceğim daha.”

“Biz de akşama kadar şirkette uyumuyoruz Zühre,” dedim hakkımı yerde koymayıp.

“Sana dedim. Al bizi de yanına. Şirkette yaşardık mis gibi.” Kimsenin duyacak yakınlıkta olmadığını bile bile sesini alçalttı yine. “Şu inşaat işine girdiğinden beri yorgun geliyorsun zaten.” Ceketimi düzeltir gibi parmağını sürttü göğsüme. “Çocuklar dede nenelerini özlemişlerdir. Tüm enerjilerini konağı turlarken atarlar. Erken yatarlar belki. Sen de çok yorma kendini. Babanlarla biraz oturup erkenden çık odaya.”

Kapıyı çekme bahanesiyle içeri uzanıp dudağının köşesinden öptüm çocuklar görmeden. “Sen o kalabalığı erken dağıt,” dedim geri çekilirken. “Çocukları da sorunsuz yatır. Ben daha çay kalkmadan çıkarım yukarı.”

“Hadi bakalım,” dedi Zühre nazlı bir edayla. Dediği gibi bir haftadır onlar sofraya oturduğunda ancak varmış oluyordum eve. Yemektir, çocuklardır, gelen gideni de karşılamak derken akşam yatağa ondan evvel girip uyumuş oluyordum. 

“Çocukları hazırla. Birazdan geleceğim,” dedim kapıyı çekerken. 

Bahçenin içinde beni bekleyen Rojda yanıma koşturdu. Birlikte çıktık dışarıya. “Baba ben öne bineyim mi?”

“Bin hadi,” dedim kilit tuşuna basıp ön kapıyı ona açarken. “Kemerini tak ama.”

Arka kapıyı açmıştı oğlanlar da. Yerlerine geçip kemerlerini takıp çantalarını yerlere koydular. Beslenme çantalarından biri pembeydi. Onun kime ait olduğunu ayırt edebiliyordum. Diğerleri kiminse kendileri seçsin diye topluca önlerine koyup kapadım kapıları. Kendi yerime geçip kemerimi takıp yola çıktım. 

“Sen niye iki defa öne bindin?” dedi Rojhat dakika bir gol bir kardeşine sataşıp. 

“Babam öyle istedi,” dedi Rojda kollarını önünde bağlayıp. Bu yalandı. “Hem ben hepinize küsüm. Benimle konuşmayın.”

Kerem kemerini gevşetip öne uzandı. “Al hadi,” dedi iki tane kart uzatıp. “Bunlar en güçlü olanlar. Sadece bunları göstersen yeter.”

Omzunu kaldırıp indirdi Rojda. “İstemiyorum.”

“Kızım izinsiz aldın diye kızıyorum ben sana,” dedi Kerem ısrarla kartı uzatırken. “Evrenin en güçlü adamlarını veriyorum sana.”

“En güçlüsü mü?” diyerek döndü ardına Rojda. “Sınıftaki çocuklarınkini yener mi?”

Kerem bir tanesini havaya kaldırdı. “Bu var ya… Tek başına yer bitirir hepsini. Bak gücüne.”

Rojda alıp baktı karta. Kandırılmadığına emin olunca diğerini de almıştı. “Sadece teneffüste gösterip çantama koyacağım ki. Eve gelince sana veririm. Ben kaybetmem.”

Kartlara göz ucuyla baktım. Üstlerinde canavar desem değil, robot desem benzemez yaratıklar vardı. İzledikleri çizgi filmlerden görüp almaya heves ediyorlardı. Verdiğim harçlığı biriktirip okul çıkışı bakkal bakkal gezip buluyorlardı bu değişik şeyleri. 

“Kaybedersen bir daha vermem. Ona göre,” dedi Kerem uyarır gibi geri çekilirken. 

Kerem’in abiliğini beğeniyordum. Kardeşlerine nerede kızılır nerede kırıldılarsa gidip gönülleri alınır iyi biliyordu. Bu konuda benden de iyiydi. Öfkeli olduğu anlarda kendine mukayyet olursa kimseyi kırmayacak olgun bir yapıya sahipti.

Mir de en küçüklere karşı öyleydi. Bir Rojhat onun inadına çok biniyordu. Onunla didişiyordu sürekli. Kerem aralarını bir şekil yapıyor, geçimlerini sağlıyordu. Mir’de Kerem’in sözü benim sözüm gibi kıymetliydi.

Rojhat’ın mızmız bir yapısı vardı. En küçüğüyle de en büyüğüyle sürekli inatlaşırdı. Kerem’in olmadığı yerde Rojda’dan da dayak yiyebilirdi Mir’den de. Çünkü sinir ettiğinin peşlerinden ayrılmıyor, illa onunla oynamak istiyordu. Dışarının çocuklarıyla bağ kuramıyordu pek. Kendi kardeşleriyle olmak istiyordu hep. 

Rojda’nın da küsmediği tek kişi annesiydi. Abileri ona kızarsa hemen küsüyordu. Kardeşleri ona vurursa önce karşılığını veriyor, sonra küsüyordu. Benim lafımı ikiletmek huyu değildi ama ola ki hoşuna gitmezse dediğimi yapıyor, peşinden bana da küsüyordu. Bu küsme huyunu kimden öğrenmişti biliyordum da çözümünü bulamıyordum. Neyseki annesine küsemiyordu. Onun da sebebi Zühre’nin ondan evvel alınıp küsmesiydi. 

Dört yaşındaki Arda ise bana göre en yaramazlarıydı. Herkesten erken ayaklandığından mıdır bilmem uykuda olduğu zaman dışında oturtamıyorduk çocuğu. Sürekli Şiyar’ın oğlu Civan’ı dövmeye çalışıyordu. Bir tık kıskanç bir yapısı vardı. Halamın Civan’ı kollamasına sinir olup yaşlı başlı kadına bile vurmaya çalışmışlığı vardı. Böyle olmasının sebebi sanıyorum ismini Baver’in seçtiğinden vermemizdi. 

Rojhat’a isim aradığımız zamanlar Arda ismini Baver önermişti. Dediğine göre bir arkadaşının adıymış. Arkadaşını hiç görmemiştik. Zühre de ismi sevmemişti o dönem. Rojhat’tın peşinden mavi gözlü doğan ilk çocuğumuz Rojda olmuştu. Onun ismini ben seçmiştim. Abisine uyumlu olsun istemiştim. Hem saçlarının rengi de güneşi anımsatmıştı bana. Öylesini çok sevmiştim kızımda.

Rojda’nın iki sene ardından gelen Arda’nın amcası gibi en yaramaz olan olacağını tahmin edemezdik. Zühre bu defa Baver’in hatrı için onun arkadaşının ismini koymak istemişti. Büyük hata olmuştu. Arda’nın olduğu odada misafir çocuğu huzurla oturamıyordu.

Bana göre beş çocuk yeterli gelmişti o zaman. İlk dördünde yorulmadığı kadar yorulmuştu Zühre Arda’da. O noktada durmamız gerekti işte.

Fakat Arda üç yaşına girince son beşik olsun altı çocukta duralım istemişti Zühre. Bir kız daha istiyordu. Ben de olursa bir kız daha olsun istemiştim. İşte o zaman senelerdir iddialaştığını tutturmuştu Zühre. Sonunda Rojda’dan sonra mavi gözlü bir çocuk doğurmuştu. Adını Mehmet koyalım diye tutturmuştu. 

Babamlara oğluma kendi ismimi koydum demeye çekinmiştim. Bana göre bencilce bir hareket olarak gözükecekti. Aileme karım çok istiyor desem birbirlerini sevmek de bunlara yetmiyor diye düşüneceklerdi. Ayıp olacaktı öyle. 

Beş çocuğun üzere hamile halinde Zühre’ye kıyamadım. Çocukların tüm cefasını akşama dek o çekiyordu dediği gibi. Böylesi keyfini yerine getirecekse kabul edecektim ne isim seçse. Kimliğine Mehmet yazdırmıştım. Evde herkes Memo diyordu en küçüğe. 

Memo beş çocuktan sonra oyuncak olacağını sanacağım kadar munis gelmişti evimize. Neşeli, güleç, tombul bir bebekti. Herkesin kucağına giderdi. Hastalanmadıkça, canı acımadıkça çok ağlamazdı. Beşin altıya çıktığını insana hiç hissettirmiyordu.

Okulun önüne varınca durup indirdim çocukları. Kerem’le Mir kimlikte aynı seneye kayıtlı diye birkaç tanıdık sayesinde aynı yıl aynı sınıfa yazdırıp başlamıştım. Birbirlerinden geri kalsınlar istemiyordum. Zaten her şeyi birlikte yapmayı seviyorlardı. Bu sene üçüncü sınıftılar. Dersliklerine birlikte koşup gittiler. 

Rojhat ikinci sınıftaydı. Şiyar’ın oğlu Zınar’la aynı sınıfa düşmüştü. Hocalarını canından bezdirdikleri için sık sık şikâyet geliyordu kulağıma. Sanıyorum şubelerini ayıracaktık sonunda.

Zınar’ı görünce çağırıp beslenmesinin olup olmadığını sorarken hocaları geldi yanıma. Yeni atanmış idealist bir gençti. Çocukların üzerine çok düşüyor, eksik yaptıkları sayfaya kadar bize bildiriyordu. İkisinin de ödev yaparken bazı sayfaları atladıklarından bahsetti kapı önünde. Akşam annelerine ileteceğimi söyleyip kızımla alt kata indim. 

“Ben ödevlerimi hep tam yaptım ki. Öğretmen yıldız yapıştırdı defterime. Aferin yazdı üstüne. Aferin büyük A harfiyle yazılıyor baba,” dedi Rojda havaya öğrendiği harfi çizerken. 

“Aferin benim kızıma.” Birinci sınıfların olduğu koridora girip süslü sınıfı buldum. Asmin kızının masa örtüsünü sıraya takıyordu o ara. Beni görünce gelinlik ettiğinden yanıma gelmeden baş selamı yaptı uzaktan. 

Rojda çantasını iki yana savura savura koşup sarıldı Asmin’in kızına. Sonra hemen elini saçına atıp bir şeyler anlattı. Asmin kızımın kafasındaki tokayı çıkarıp değişik bir örgüye başladı el çabukluğuyla. Sınıfa giren hocaları epey yaşlı biriydi. Velilerinin sınıfa girip onun otoritesini bozmasından hoşlanmıyordu. Asmin benim kızın saçını örüp çıkana dek sinirli bir suratla masasının başında durup bize bakmıştı. 

Rojda örgülü saçına kavuşunca rahatlamıştı. Asmin sınıftan çıktı nihayet. Tek gelmişe benziyordu. Zühre’yle birlikte konağa bırakmayı teklif ettim. Konuşmadan başını bir kısa kıvırdı. Civan’ı evde bıraktığından bahsettiğini anladım. Zaten beni ne kadar öz abisi görse de arabama tekken binmekten haya ederdi. Bir sokak arkadaki evine yürüyerek geçti. 

Okuldan çıkınca geri eve sürdüm ben de. Zühre yine beş dakikayı yarım saate çevirecek gibiydi. Kapının önüne bile çıkmamıştı daha. Anahtarla eve girdim. 

☀️☀️☀️

Memet’in çıkmasının üzerine eve üç güne yakın gelmeyeceğimiz için kokmasın diye bulaşıkları makineye dizmeden elde yıkamıştım. Ortalığa da geçerken bir çekidüzen vereyim demiştim ki Arda uyanmış, merdivenleri birer birer inmeye başlamıştı. 

“İnme, ben geliyorum,” dedim yarı yolda yakalayıp kucaklarken. Terli boynundan öptüm. “Gün aymış maymun çocuk.”

“Abi. Abla,” dedi gittiler diye ağlayacak gibi. 

Hemen önünü almak için, “Biz de neneye gideceğiz,” dedim odama girip. 

“Nen-ne!” dediğinde sevinmişti. 

Halime Hanım’ın anneliğinin bir dönemine denk gelmiştim. Çocuklarının hepsini kendince sevse de bize yaptığı hatadan canımız yanmıştı. Fakat babaanneliği analığında yaptığı hataların devamı olmamıştı. Memet’in konaktan ayrı bir ev kurmasıyla sarsılmıştı çünkü. Oğlunu kaybedeceği korkusunu ilk o zaman en yalın haliyle anlamış olmuştu. Hatalarından ders çıkartmış, iyi bir nene olmuştu. Torunlarının hepsini bir seviyordu. Bunu sadece benim önümde yapmıyordu. Ardımdan da aynı şekilde davranıyor olacak nenelerinin yanına gitmekten büyük küçük hepsi keyif alıyordu. 

Halime Hanım onlar için yağ kokusundan başına ağrılar girecekse de en olmadık saatte kalkıp kızartmalar yapan, daima cebinde şeker bulundurup dağıtan, istediler mi çorabından göğsünden para çıkarıp harçlık veren neneydi. Nasıl sevmesinlerdi? Öncesinde neler yaşandı artık yeni nesilden kimse bilemezdi.

Biz de üstü tozlanıp görünmesin diye sandıklara gömmüştük geçmişi. Verdiğimiz kayıplara yenileri eklenmişti çünkü. Kapanmamış hesapların defterini kaldırıp elimize Yasin’ler aldırmıştı aynı konak bize. Halime Hanım eskisi kadar dikkatsiz değildi artık. Elinde kalanları yamacına toplamak için didiniyordu. Bunu da torunları üzerinden Memet’i kazanmakla yapmak istiyordu. 

Bana çok iyi davranıyordu. Kötü davranırsa gideceğimden korktuğundan değildi artık. Zamanla beni tanımıştı. Altı çocukla iki evi de idare edebilecek kadar çalışkan olmam onu gururlandırıyordu. Çocukları ona karşı kinle büyütmediğimden de minnettardı. Beni gerçekten seviyor, söylemeye çekiniyordu. 

Arda’nın üzerini değiştirmek deveye kendi boyunda hendek atlamaktan zordu. Çocuğumun içinde kurtlar kuzuları parçalıyordu. Yerinde duramıyordu. Elinden örümcek ağı atan bir çizgi film karakterini çok seviyordu. Onun hırkasını giyip kapılara tırmanıyordu. Unutsa hırkayı çöpe atmayı düşünüyordum da evi başıma yıkacağını bildiğimden cesaret edemiyordum.

Hırkasını giyince “Yörücek adam,” diyerek kardeşinin beşiğine yumruk attı.

“Hay o televizyona o filmlerini koyanların evini örümcekler bassın!” dedim Mehmet’in ağlamasıyla. Ben uyandırmadan yorgana sarıp götürecektim onu. “De in nenenin yanına! Baban gelip bizi götürecek şimdi!”

Elini değişik bir harekette sağa sola uzatıp kendince ağ fırlattığını düşleyerek çıktı odadan Arda. Merdivenlerden aşağı da böyle inerse yere çakılır korkusuyla peşinden çıkıp kontrol ettim annemin yanına gidip gitmediğini. 

“Maşallah Mem,” dedim kendi kendime odama dönerken. “Çocuklarımızın yarısı futbolcudur yarısı çizgi film cin ceberleri.”

Benim sessiz munis oğlum da Mehmet’ti. Kimse onu rahatsız etmedikçe ağlamazdı. O babasından daha bulanık gözlerini açardı mavi mavi, annesinin canını hep hoş ederdi. 

“Anne kurban,” dedim beşiğinden alıp. Hemen sustu beni görünce. “Abiş seni korkutmuş mu?”

Benim Mehmet’im güleç bir çocuktu. Ne desem gülüyordu. “Oğlum de yeter. Seni nazar etmemek için kendimi kör edeceğim,” dedim boğum boğum inen boyun katlarını öperken. “Bu kadar güzel olma. Bu kadar şirin olma.” Yatağa götürüne kadar öpüp kokladım açlığım susuzluğum onaymışçasına. Göğsümü araladım. Acıkmıştı. Hemen yakalayıp emmeye başladı. 

Ellerini tek tek öperken yeleğimin cebindeki telefonum çaldı. Beni bu saatte çocukları okula gönderdiğimi bilen Esme arardı. 

Tam tahmin ettiğim gibi kardeşimdi. Açıp selam verdim hemen. 

O yine keyifsizdi. “Abla valla kendimi bir yerden aşağı atacağım! Canıma tak ettiler ya!”

Kaynanası dayımın baldızıydı. Kan olarak akraba sayılmasa da dayımların sık sık gittiği bir evdi. Esme’yi beğendikleri için görücü olarak yeğenini getirmişti yengem. Bir yere kadar Hozan için herkesi reddeden Esme, sonunda umudu kesince son talibini kabul etmişti. 

Eşiyle normalde pek büyük çaplı kavgaları olmuyordu. Gençlerdi. Bir noktada birbirlerine heveslilerdi, anlaşıyorlardı. Fakat kayınvalidesi biraz ters bir kadındı. Aynı evde yaşıyorlardı. Esme’nin yaptığı alışverişten, hangi işi nasıl yaptığına, gün içinde kiminle ne kadar konuştuğuna kadar her şeyine karışıyordu. Haliyle bu aralarında tartışmaya dönüyor, akşam işten gelen kocasına şikâyet olarak yansıyordu. Esme’nin kocası tartışmaları susturmanın yöntemini Esme’yi susturmak sanıyordu. 

“Ne oldu yine?” dedim kardeşim mutsuz diye yüzümdeki mutluluk düşerken. “Neyi paylaşamadınız?”

“Hiçbir şeyi!” dedi Esme bağırarak. 

“Şşş… Qızî* milleti başına toplayacaksın,” diye uyardım hemen. 

“Duymazlar. Dayımın evine gittiler. Evde tekim ben.” Beni arayıp niye rahat rahat şikâyet ediyor belliydi. “Sorun da benim onlarla gitmemem. Diyorum ki çocuk hasta. Sabaha kadar beşik sallamışım ben. Şimdi kaldıramam. Yok efendim ben akşama kadar yatmak istiyormuşum, ondan gelmiyormuşum. Yalan yapıyormuşum.” Kendi dediğine kendi sinirlenmişti. “Yahu velev ki yatacağım. Sana ne be kadın? Senin koynunda mı yatmışım? Sana ne ben ne zaman yatıp kalkıyorum?!”

“Dur bir sakin ol önce,” dedim Mehmet’in mavileri konuşuyorum diye beni bulunca. Sessizce öpücük attım oğluma. “Dayımları size çağırmayı teklif etseydin bi. O zaman işten kaçmak istemiyor da hakikaten çocuğu kaldırmamak için diyor derdi belki.”

İnsan kardeşine laf söz edenle ne kadar kavga etmek istiyorsa da bir yaştan sonra bunun kardeşinin evliliğine daha fazla zarar vereceğini anlıyordu. Bazı kavgalar edilemiyordu. 

“Yok abla. Benim bu kadınla anlaşabileceğim hiçbir yol yöntem yok. En ufak fikrimi tartışmaya çeviriyor. Her tartışmamızı kavgaya dönüştürüyor. Kocamla aramı bozuyor.” Sinirli bir nefes verdi. “Ayrı eve çıkacağım!”

“Kocan ne diyor bu ayrı ev mevzusuna?” dedim sinirle söylediği bir şey mi yoksa daha evvel konuşulan bir şey mi anlamak için. 

“Ne desin? Yemekte ne var Esme? Şimdi sus, kumandayı uzat. Tatlı yapmadın mı Esme? Çocuğu iki dakika diğer odaya götürsen de uyusam Esme.”

Derin bir nefes alıp vermiştim. Annesiyle karısı arasındaki sorunu görmezden gelerek sorumluluktan kaçıyordu damat. Belki farkında değildi ama sorunların bu raddeye gelmesinin sebebi onun bu umursamazlığıydı. 

“Ama canıma tak etti abla. Ya evi ayırır ya ben çocuğumu alır sizin yanınıza dönerim!”

Esme’den daha evvel bu sözü duymamıştım. Ne olursa olsun kapısını çekip ya kaynanası susana kadar dayıma geçiyor ya odasına kapanıp çocuğuyla ilgileniyordu. İlk defa baba evi gördüğü eniştesinin evine geleceğini söylüyordu. 

“Gel ablam,” dedim yerimde dikleşirken. “Kapımız sana açıktır. Ama önce kocanla gel. Bi eniştenle konuşsunlar ayrı eve çıkmanız mevzunuzu. Olur da yine hayır derse, seni de çocuğunu da umursamazsa onu göndeririz, sen kalırsın bizimle. Aklı başına gelir o zaman mutlaka. Gelmezse de…”

“Hozan’la evlenseydim böyle olmazdı,” dedi sözümün arasında. 

Bir an boş bulundum. “Ne?”

Öylesine söylenmiş bir söz değildi. Tekrar etti. “Hozan’la evlenseydim böyle olmazdı! O zaman konağın gelini olurdum ben de. Ayrı eve bile çıkmama gerek olmazdı. Hadi öyle olsa Hozan beni ikiletmezdi. Memet enişte gibi kurardı evini bir göz yaşımda. Kendi işine gider gelir, mırın kırın etmezdi. Canı istemezse evde kalır, çocuğunu severdi. Tanıdığım insanların içinde olurdum ben de. Çocuk büyütmek işkence olmazdı. Annem yanımda olurdu. Kendime ait evim olurdu. Yarına endişem olmazdı.”

Esme ben olurdu. 

Memo’yu koynumdan çıkarıp yatağa koyarken Esme hâlâ nasıl bir hayat istediğinden bahsediyordu. O anlattığındaki Hozan, bizim Hozan değildi. Memet’e benziyordu. Kendi de bir o kadar bendi. 

“Esme,” dedim araya girip. Dediğimi duymadı. “Esme! Canım! Kardeşim! Duy beni.” Nefes alır gibi sustu o anda. Beni duymuştu nihayet. “Şimdi telefonu kapatıp kocanı arıyorsun hemen. Haber edip kendine bilet aldırıp eşyalarını topluyorsun. Bir süre yanıma gel. Kavgadan dolayı gidiyorum deme. Civan’ın mevlidi için seni çağırdığımızı söyle. Al kızını gel. Bi konuşalım.”

Yıpranmıştı kardeşim. Yıpratmıştı yanlış bir evlilik onu genç yaşında. Farkında olmadan ablasını kıskanacak hale getirmişti onu. Kim bilir bana demediği daha nasıl sıkıntılar onu bitirmişti içten içe. Kardeşimle konuşmam gerekti. Onun yitip gitmesine üzülmekle yetinemezdim. Damadı da çağırırdı Memet sonra. Ciddi bir konuşma yapardı büyükleri olarak.

“Tamam mı ablam?”

“Hep o Nalin yüzünden!” dedi Esme ağlamaklı bir hırsla. “O mahvetti bizi. Hozan benden hoşlanıyordu o yokken. Gelip her şeyi mahvetti!”

“Esme,” dedim bezgince. 

“Nalin hiç gelmeseydi Hozan da beni sevecekti. Bülbül, Hozan’ı mahvetti!”

“Ablacım,” dedim devam etmemesi için.

“Hozan benimle evlenseydi şimdi o da…”

“Esme!” diye bağırdım sonunda. “Hozan’dan bahsetme artık! Sen evlisin!”

“Keşke Nalin daha beter olsaydı,” dediğinde artık dayanamamış, suratına kapatmıştım. 

Elimi ağzıma kapattım. Esme’nin durumu hiç iyi değildi. Eski defteri karıştırıp suçlu arıyordu. “Ne yapayım ben şimdi?”

Esme beni anlayacak halde değildi. Bu saatte işte olduğunu bildiğim damadı aradım. Kardeşimden haberim yokmuş gibi onu davet ettim mevlide. İşinden izin alamayacağını söyleyince sadece Esme’yi göndermesini istedim. Çocukları, kalabalığı bahane ettim. Sorunla uğraşmayı pek seven bir yapısı yoktu. Uzatmadan gönderirim dedi. 

Aramayı kapayıp kardeşimi aradım geri. “Hazırlan,” dedim açar açmaz. “Kocanı haberdar ettim ben. Biletini kesecek.”

“Abla,” dedi kapattığımdan beri beter bir halde ağlamış gibi. “Öyle demek istemedim.”

“Önemi yok canım benim,” dedim daha şefkatli bir sese kendimi çekip. “Yüzünü gözünü sil. Kızınla ilgilen şimdi. Yarına yanıma çıkmış olursun.”

“Yemin ederim benim aklım Hozan’da kalmadı,” diye devam etti. “Bülbül’ün ardından da öyle kötü şeyler geçirmedim hiç içimden. Ne kadar ağladım sen biliyorsun. Ben sadece… O kadar bunaldım ki burada…”

“Biliyorum,” dedim zalim bir kaynanayla yaşadığım iki sene gözümün önünden geçerken. Kardeşimi bir süre telefonda teselli etmek istedim. Ben konuşurken Memet geldi. Kulağımdaki telefonu gösterdiğimde bir şey demeden yatağa oturdu. Memo’nun onun için kıpırdandığını görünce yarı uzanır pozisyonda eğildi oğluna. Boynundan, yanağından, karnından öptü gülücüklere boğmak için.

Esme kendini biraz toplayınca bana veda edip kapattı. İçimdeki sıkıntı kocamı görmekle ancak dinecek oldu. Yanlarına kayıp sırtına attım kendimi. Kulağının hizasına denk geldim, oradan öptüm. “Çok seviyorum seni.”

“Hayırdır?” diye sordu pozisyonumuzu bozmadan. 

“Başına kalabalık topluyorum yine. Esme’yle kızı da gelecek.”

“Sorun ne?” dedi kardeşimin geleceğini daha neşeli bir sesle söyleyeceğimi bildiğinden. Anlardı Memet benim neye üzülüp, neye sevindiğimden. 

Durumu anlattım. Doğrulup direkt bizim damadı aradı. Ne söyleyeceğini bilmediğimden dikkatle dinledim. Girdiği inşaat işinde etrafına tanıdıkları topladığını, onun da varsa niyeti gelmesini istediğini söyledi. Aklıma öylesi hiç gelmemişti. Yerimde kıpır kıpır olarak dinledim. Damat evinden uzakta olduğundan, ailesini bırakamayacağından bahsettikçe Memet burada durumuna göre çok da iyi daireler bulacağını söyledi. Yüz yüze konuşup ikna etmek için onu da çağırdı. 

Telefon kapandığında bu kez sevinçle atlamıştım kocamın üstüne. Hem kardeşimi yanıma getirecekti hem zalim kaynanasının hışmından kurtaracaktı. Bunu kavga gürültüyle değil, iş sağlayıp büyüklük ederek yapacaktı. “Yemin ediyorum seni çok seviyorum.” Sırtından, kolundan, omzundan öptüm daha neresine denk gelirsem. “Öyle çok seviyorum ki…”

Kolumdan çekip yanına düşürdü beni. Memo yatağın bir yanında bizim hareketlerimize gülerken ben Memet’in altında çekilmiştim. Onca öpüşümle hararetlenmiş dudaklarımı buldu bir çırpıda. O zaman acelesi dinmiş bir yavaşlığa bıraktı kendini. Dudaklarımı birbirinden ayırıp tekrar birbirlerine katacak gibi çekiştirdi. 

“Zühre!” diye bağırdı annem aşağıdan. “Mem gelmiş? Çıkacağız?”

Aldığım nefesle koptum Memet’ten. Annemin kocam evdeyken üst kattaki odalara çıkmadan aşağıdan seslenmesine alışkındım. Bize mahremiyet tanımak için böyle yapıyordu. Sayesinde kuytu köşede sevgilisiyle fingirdeyen liseli gibi kaçışmıyorduk.

“Mehmet’i emzireyim,” diye seslendim hızlanmış nefesimle. “Çıkalım sonra.”

Memet’in gülen soluğu attı boynuma. Dudaklarına orada bir meşguliyet aranacak oldu. 

Annem o zamana kadar namazını kılacağını söyleyince ona cevap veremeyecek kadar kapılmıştım kocama. “İşe gitmesen mi acaba?” diye sordum ellerimi boynunda gezdirirken. 

“Erken geleceğim,” dedi omzuma doğru çıkan kemik çıkıntısına öpücük kondururken. Başını kaldırdı yüzüme. Çenemin altından öptü. “Kalabalıkta çok kaybolma.”

Saçlarının düzenini dağıtmadan okşadım elimle. “Ne mümkün? Bulursun sen beni.”

“Bulurum,” dedi yanağımdan öpüp üstümden kalkarken. Banyoya geçti. 

O sıra Arda elinde abilerinin odasından aldığı askıyla dalmıştı içeri. Oval kısmını bana çevirip elindeki hayali bir oku fırlatır gibi “Piuv!” dedi. 

Hemen atılıp elinden aldım. “Yav sen o askının ucuyla gözünü çıkaracaksın bir gün!” Elime yapışıp geri almak için diretecek oldu. “Bak neneye gitmeyiz.” Durdu yüzüme sinirli sinirli bakarak. “Dede size oyuncak almış. Biliyor musun?”

“Oyuncak?” dedi elimi bırakıp. “Yörümcekli oyuncak.”

“Örümcek adamlıdır inşallah,” dedim kayınpederimin öylesini bilebileceğini düşünmediğimden. “Ama dededir. Bize oyuncak almışsa elini öpeceğiz. Değil mi oğlum?”

Başını sallayıp yerinde zıpladı. Hiç beklemediğim anda elini suratıma çat diye açıp örümcek ağı fırlatır gibi yaptı. Hem parmağının gözüme girmesine ramak kalmış hem ödümü koparmıştı. 

“Allah senin iyiliğini versin çocuk!” dedim poposuna vurup dikleşirken. Askılığı dolabın üstüne attım alamasın diye. “Gel Memo’yu giydirelim. Hop hop diğer evimize gidelim.”

Benden evvel yatağa atlayıp kardeşinin başının üstünden öptü önce. Ben çekmeceden kıyafet çekerken de ellerini yüzüne kapatıp birden açarak “Böö,” diye sesini kalınlaştırdı. 

“Korkutacaksın,” diye uyarmışsam da Mehmet tersinde ona şebeklik eden abisine kahkaha atmıştı.

“Gülüyo,” dedi Arda dalga geçecek gibi gözlerini kısmış şekilde gülerken. 

“Seni seviyor çünkü,” dedim kıyafetlerle yanlarına geçip. Arda’yı önüme çekip güçlü bir şapırtı çıkararak öptüm boynundan. “Sen de kardeşlerini seviyor musun?”

“Abla,” dedi işaret parmağını kaldırıp. En çok Rojin’i seviyordu önce. “Abi,” dedi Kerem’i kastedip. “Mi.” 

“Mir de abi,” dedim iki kişiye abi derse ayıramam sanmasın diye. 

“Memo,” dedi son parmağını kaldırıp. 

“Peki Rojhat?” dedim en çok onunla birbirlerine girdiğinden sona attığını bildiğimden. 

“Bok,” dedi dudaklarını balık gibi şişirip.

Elimle ağzını kapattım üstüne yükümü vermeden uzanırken. “Eşek seni! Abiye bok denir mi?”

Kaşlarını yukarı aşağı oynattı hınzırca. Benim çocuğum diye bok deyişi bile sevimli geliyor, haline gülmek istiyordum. Ama yanlış bir kelime ettiğini anlasın diye gülemiyordum. Kaşlarımı çattım bir de. “Benim oğlum öyle terbiyesiz şeyler demez abisine. Değil mi Arda?”

Avucuma dilini sürmeye başladı. Ayaklarını da karnıma vurmak için topluyordu. Üzerinden hafifçe kalktım elimi çekip. “Abi bok. Memo bok. Abla bok,” dedi inadıma. 

“Anne küs sana,” dedim üstünden tamamen kalkıp. Mehmet’in yanına oturdum. 

Kalkıp yatağın üstünde zıpladı. “Anne bok! Baba bok! Nene bok!”

“Arda!” diye bağırdı Memet banyodan. 

“A baban şimdi gösterecek sana bok!” dedim sonunda belanı buldun der gibi. 

Hemen yataktan aşağı atlayıp beşiğin arkasına girdi gülmemek için ağzını kapatırken. 

Memet çıktı banyodan elinde havluyla. “Nerede o?”

Memo’nun yeleğini çıkarırken beşiğin arkasındaki Arda’ya baktım göz ucuyla. İşaret parmağını dudaklarına bastırıyordu yerini söylemeyeyim diye. 

Akıllanırsa diye şöyle bir üstten konuşayım dedim. “Pişman oldu babası. Bir daha demez. Aşağı indi şimdi. Bir daha öyle bir terbiyesizlik…” derken popoma yediğim darbeyle birden bağırmıştım. “Memet!” Ardıma döndüğümde Memet’in elini kuralığı havluyu gerip vurduğunu anlamış daha çok şaşırmıştım. 

“Anneye vuma!” diye beşiğin ardından çıktı Arda. Babası onu bulamadı diye bana vurdu sanmıştı. 

Memet dediğimden hakikaten de Arda’nın odada olmadığını çıkarmış olacak birden beşiğin ardından çıktığını görünce şaşırmıştı. Elini hafif sakallı çenesinde gezdirirken bana baktı. 

Çocuklar iki üç yaşından sonra bir şeyleri tam oturtmaya başlıyordu. Onların yanında ne tartışırdık ne fazla yakınlaşırdık. Arada böyle yakalandığımız oluyordu yine de.

“Baba bana vurmadı,” dedim popoma attığım elimi çekip doğrulurken. 

Arda babasının bacağının yarısı boyuyla bana baktı yalan söylediğimi düşündüğünden. Sonra Memet’e kaldırdı kahvesi koyu gözlerini. “Me bok dedi.”

Memet’in ifadesi değişmedi ama oğlumun beni korumak için kendini feda edişinden hoşlanmıştı. “Bok nedir? Nereden çıktı herkese söylemek?”

Ellerini belinin ardında birbirine kavuşturdu Arda. Mahçupluktan iki yana sallanacak oldu. Mırıl mırıl bir sesle konuştu. “Me bok.”

Kendisini cezalandırır gibi en son kendine bok demişti. Dizlerini kırıp eğildi Memet yere. Havluyu omzuna atmıştı. “Oğlum kimse bok değil. Bok pis bir şey.” Bileklerinden tutup ellerini önüne getirdi. “Bir daha kimseye dediğini duymayacağım. Kızarım yoksa.”

Arda başını salladı. Onların anlaştıklarını görünce dönüp Mehmet’i giydirmeye devam ettim. Örtüye sarıp kucağıma kaldırdım. 

Arda oyuncağını almak için içerdeki odaya koştuğunda, “Suç bunda değil abilerinde,” dedi Memet. “Şu ara çok küfrediyorlar.”

“Artık sen çekeceksin kulaklarını,” dedim telefonumu cebime sıkıştırırken. “Biz yüz göz olmuşuz. Benden çekinmiyorlar hiç.” Mehmet’i hoplattım kucağımda. “Benim Memo’m hiç öyle mi? Hiç kötü söz söyler mi annesinin yanında?” Memo ne dediğimi anlamadan bile gülüp aydınlatıyordu yüzümü. Kocama baktım şirince. “Gözleri babasından daha mı bulanıkmış benim oğlumun?”

“Uydurma şöyle şeyler,” dedi çocuk çantasını beşiğin yanından alırken. “Beş dakikaya kapıdaydın ha Zühre?”

Geç kalacağız diye kızmasın diye yanaştım yanına. Kolumu sürttüm koluna. “Neydi o havluyla vurmalar? Çocuklarına kıyamadığından bana mı vuracaksın yoksa?”

“La havle,” dedi eğilip alnımdan öpmeden. “Akşam görüşelim Zühre.” Benden ayrılıp seslendi içeri. “Arda hadi!”

Arda örümcek adamlı arabasını kucağına alıp babasının önünden aşağı koşmuştu. Kucağımda Mehmet, yanımda Memet’le indim aşağı. 

Annem duasını bitirmiş, seccadeyi kapatacakken bize bakıp dua etmeye devam etti. Salondan çıkarken üstümüze üflemeyi ihmal etmemişti. Yol üstünde durup Gulazer halayla Asmin’i de almıştık. Civan’la yan yana geldiği gibi dil çıkarmıştı Arda. Kendi kardeşleri hariç her çocuğa musallat oluyordu durup dururken. Hele Civan’a takmıştı. Diyordu ki ben illa bu çocuğu döveceğim.

Gulazer halanın kıymetlisiydi Civan. Torununu korumak için Arda’yı kucağına çekip kollarını tuttu hemen. “Ev çi bela ye?*(Bu ne beladır?)” dedi bezgince. 

Sanki Berzan’la Baver’in küçüklüklerini hiç çekmemişti. Bir benim oğlum yaramaz kalmıştı onların yanında. 

Konağa varınca indirdi bizi Memet. Geç kalmıştı işine. Kızar gibi başını sallayıp gitti. Konağa girdik. Halime Hanım avluda dönüp duruyordu uçtan uça. Çocukların okul saatini bildiğinden dakika tutmuş olmalıydı. Bizi görünce kendini yere atacak gibi sevinmişti. “Arda! Memo!” Koşup çocukları alacak gibi ellerini açmıştı ki ardımdan giren kadınları girince ilk onları karşıladı. O sıra Arda nenesinin eteğine yapışmıştı. 

Halime Hanım bir elini ona atıp kendine bastırırken en son bana baktı. “Ka sen neredesin Zöhre?!” 

“Çocuklar,” dedim öyle çok da yalan olmasın diye. 

Mehmet’in yüzünü gözünü öpüp eteğine yapışan Arda’ya eğilip sarılmıştı. Hemen cebinden lolipop çıkardı. “Aha dede ne almış?”

Arda nenesinden tam da bunu bekliyordu. “Daha yemek yememiş,” dedim kadınlar içeri geçerlerken. 

Arda’yı kucaklayıp belinin ağrısından inleyerek doğruldu. “Ben yemek de vereceğim oğluma. Kızartma yapmışım. Sofra kurmuşum. Geçin. Geçin.” Memet’in çoktan gittiğini bilse de aralık kapıdan belki döner diye birkaç saniye bakmıştı öylesine.

Ben de yememiştim çocukları yedirirken. Hep birlikte geçtik mutfağa. Isıtılan çayla bir saate yakın kalkmadık sofradan. Civan’ı hala gözünün önünden ayıramıyordu Arda dövmesin diye. Mehmet’i de yanlarına koyup Asmin’le ortalığı toplama bahanesiyle geçtik odalara. Geçen seneki gibi neyi nasıl yaparız, mevlidi kim okur, ne yemek dağıtırız diye konuşacak vakit bulduk Allah’tan. 

Cuma namazından sonra şirkete geçmek yerine torunlarını görmek için doğrudan eve gelmişti kayınpederim. Arda bir süre de onun etrafında koşturdu durdu. Ben rahat rahat akşam yemeğini hazır ettim. Şiyar’la Memet de erken geldiler. Herkes burada değil diye biz bizeydik aslında da çocuklarımız çoktu. 

Avlunun bir kısmında Kerem, Mir, Rojhat, Zınar top oynuyordu. Diğer kısmında kızlar ip atlıyordu. Memo nenesinin kucağında mayışmıştı. Arda büyüklerden birinin tesbihini çalmış kaçarken emekleyen Civan’ı ezmesin diye Asmin de emekler gibi oğlunun peşinden gidiyordu. 

Bir aralık Memo’nun uyukladığını fark edince kadınları çay içerken bırakıp çıktım odama. Oğlumu beşiğine koyup sallamam uykuya dalmasına yetmişti. 

“Dağıtamadın mı kalabalığı?” dedi Memet peşimden odaya girer girmez. 

“Yarın okul yok ya,” dedim çocukların oyun için uyku saatlerini geçirmelerine kimse kıyamayacağından. “Sen istersen uyu. Geceye doğru gelip seni kaldırırım.”

“Gece kaldıracaksın?” dedi inanmadığını son derece belli eden bir sıfatla. Yanına varınca elini omzumdan geçirip yamacına çekti. “Ne diyeceksin?”

“Kalk beni öp desem, kalmaz mısın?” dedim kapıyı aralarken. “Çocuklarımın bavası.”

“Diğerleri öyle demedi,” dedi bava kelimesine gülümserken. 

Odamın kapısını ardımdan çekip kapadım. Kerem’le Mir büyüyüp konuşmalarını düzeltince gelenler onlardan öğrenmişti düzgün konuşmayı. Ama biz bava kelimesini unutamamıştık.

Merdivenlere kadar kocamın beline sarılarak ilerledim. Basamakları inmeden aşağıdaki çocukları tepeden izledik bir süre. Asmin kucağında ağlayan Civan’la iki yana deli gibi dolanırken, Gulazer hala oturduğu yerden Arda’ya kızıyordu. Arda sanki dünyanın en masum çocuğu gibi sus pus durduğundan Rojda önüne geçmiş halama karşılık veriyordu. 

“Zelal! Zelal!” diyerek Rojda’ya sarılıp susturmaya çalışıyordu Halime Hanım. Normalde huyu çok benzediğinden değildi de iş kardeş savunmaya gelince halasına benzetiyordum ben de kızımı.

Zelal de küçük olmasına bakmadan kardeşlerini korumak için böyle öne atlamış mıydı?

İçimi çekerken baktım Memet’e. O annesinin kucağında halasına bağıran kızında Zelal’li bir başka anıyı görüyor olmalıydı. “Anneni artık tamamen affedecek misin?”

“Birkaç yılda hızlı yaşlandı,” dedi Memet, Halime Hanım Rojda’yı uzaklaştırmak için zor bela avlunun öbür ucuna taşırken. 

“O da çok şey yaşadı,” dedim vicdanıma en çok oradan dokunduğundan. “Hem çok zamandır pişman.” 

Yüzünü bana eğdi Memet. “Affettin mi sen?”

“Affetmek değil de…” dedim huzursuz bir sesle. “Bizden başka kimsesi yok kapısını sürekli çalsın. Yaşlı da artık.” Bulanıklığı geceye karışmış gözlerine baktım. “Sen affetmedin mi?”

“Affettim,” dedi hiç uzatmadan. Şaşırdım. Kollarım gevşedi yüzüne daha net bakmak istememden. “Çok zaman önce.”

“Ne zaman?” diye sordum hemen. “Demedin hiç. Annen sanıyor ki…”

“Bırak öyle sansın,” dedi beni kendine tekrar çekip. 

“Niye?”

“Oğlum beni affetmişse bitmiştir diye geçmişi unutmasın. Tövbesini sıkı tutsun, bir daha hata yapmasın diye. Böylesi gerek Zühre.”

Yüzümü göğsüne sürdüm. “Senin içine nasılı siniyorsa Mem. Zaten çocuklar çok seviyorlar nenelerini. Baksana,” dedim Halime Hanım’ın kucağındaki Rojda’ya ne olduğuna bakmak için olay yerine damlayan oğullarımı işaret edip. 

Kerem Halime Hanım’ın omzuna dirseğini yaslamış yine büyük büyük ne konuşuyorsa Mir Rojda’nın saçını okşarken başıyla onaylıyordu onu. Rojhat konuşma bitsin de oyunlarına dönsünler diye Zınar’la omuz omuza tepelerinde dikiliyordu. Kavgayı çıkaran Arda’nın dünyadan haberi yok, Gulazer halanın önünden şeker tabağını alıp dedesinin yanına kaçmış, kayınpederimi yüksek sesli bir kahkahaya boğmuştu. 

Civan susmayınca artık uyku vakitleridir diye daha oturamadılar. Biz de aşağı indik onları uğurlamaya, kapıya kadar geçirdik. Ben ortalığı toplarken Rojhat salondaki kanepede uyuyakalmıştı. Babası kucaklayıp çıkardı Hozan’ın eski odasına. Oraya bir yatak daha atmıştık Arda’yla birlikte yatsınlar diye. 

Ben de kızımın odasına çıktım. Rojda’nın örgülerini açıp saçını taradım Zelal’in eski odasında. Gulazer nenesi kızarken babasıyla annesine de küfrettiğinden kızıma cinnet geçirtmişti. Ona büyüğümüz olduğu için ettiği küfürlere alınmadığımızı, zaten onların da küfür niyetine olmadığını açılamaya çalışıp, yatırdım. 

Kerem’le Mir de Baver’in eski odasını almışlardı. En son onları kontrol etmek için kapılarına gittiğimde içeriden konuşma sesleri geliyordu. 

“Oğlum mal mısın?” diyen Kerem’di. “Çakal’ın yeğeniyim dedin mi hepsi bir farklı bakıyor diyorum. Hemen ne istesem getiriyorlar. Yoksa da buluruz yeğenim bekle, diyorlar.”

Duyduğumla kulağımı dayadım kapıya hemen. Kerem bunu nerede söylemişti? 

“Tamam da güzel kardeşim,” diyen Mir’di. “Babamın kulağına giderse seni dümdüz etmez mi? Adam bu odayı bile bize verirken dip köşe baktı gizli bir eşyasına denk gelmeyelim diye.”

Vallahi Memet’in çok kızacağı şeyler konuşuyorlardı. 

“Bunu görmedi ama…”

Göz kapaklarım iyice aralanmıştı sanki ne gösterildiğini görecekmişim gibi. Kulağımı kapıya tam geçirdim. 

“Lan Kerem! Bu ne?” dedi Mir coşkuyla. “Bunu nereden buldun abi? Acayip bir şey bu! Taksana!”

“Şşş… Gönül yengenin cinlerini bile toplayacaksın başımıza,” dedi Kerem sesini alçaltıp. “Şimdi takamam. Sen de gösterdiğimi kimseye demeyeceksin.”

“Şeref namus sözü!”

Susacaklarını anlayınca gösterdiklerinin ne olduğuna bakmak için pat diye girdim içeri. Hemen yerlerinde kıpırdandılar başlarından aşağı kovayla su dökülmüş gibi. 

“Anne!” diye bağırdı Kerem. “Kapıya vursana! Belki müsait değiliz?”

“Sizin benden gizli neyiniz olabilir?” dedim kapıyı ardımdan kapatırken. “Neydi o fısıldaştığınız?” Mir Kerem’e baktı. “Ona bakma. Bana bak. Amcanızın eşyalarını mı saklıyorsunuz siz?”

“Çüş anne!” dedi Kerem isyanla. “Kapımızı mı dinledin?”

“Anne ayıp bu yaptığın,” dedi Mir de. 

“Laflara bak hele,” dedim şaşkınlıkla. “Siz yaptığınız yanlışın üstünü kapatabilir misiniz sanıyorsunuz?” Elimi uzattım. “Hemen o şey neyse veriyorsunuz.” Hiçbiri hareket etmedi. “Hemen! Yoksa babanızı çağırırım.”

Kerem yakalandığı için buradan dönüşü olmayacağını biliyordu. Avucunda sıkı sıkıya tuttuğu yüzüğü gösterdi. 

“Bu ne?” diyerek aldım. Yüzüğün metali siyaha yakındı. Üstündeki kare alana çakal hayvanı oyulmuştu. Yüzüğün her iki yanının kalın kısımlarında hilal, aşağı inen ince kısmında yıldız kabartmaları vardı. “Nereden buldunuz bunu?”

“Döşeğin üstüne yatınca batan bir şey vardı,” dedi Kerem, Baver’in eski yatağını gösterip. 

Memet bu odayı çocuklara vermeden iyice taramıştı. Baver’in dolabının içindeki gizli bölmeler yüzünden yeni bir dolap bile almak zorunda kalmıştı.

Yüzüğü avucuma gömdüm. “Bu bende kalacak.”

“Anne!” dedi Mir hemen. “Babama gösterme!”

“Göstermeyeceğim,” dedim aklımdan o kadar zorum olmadığından. Memet hâlâ bir yerlerden Baver’in gizlediklerinin çıktığını duysa odayı talan ederdi. 

“Anne bende kalsa?” diye sordu Kerem rica dolu bir arzuyla. 

“Olmaz,” dedim kararlı bir sesle. Bir tehdidim vardı. Her yerde işime yarardı. “Ya babanıza söylerim ya bende kalır.”

“Tamam. Sende kalsın,” dedi geri çekilip.

“Başka bir şey var mı?” derken odada gözümü gezdirmiştim. Mir için yerleştirdiğimiz yataktan dolaba kadar her eşya yeniydi. Kerem’in yatağından başka Baver’in eskiden kullandığı eşya niyetine bir şey kalmamıştı.

“Yok,” dedi Kerem direkt. “Bir tek yüzüktü. Onu da aldın.”

“İyi,” dedim elimi kapıya atarken. “Şimdi herkes uyuyor. Geçin yataklarınıza.” Yataklarına girdiklerini görünce çıktım odadan. 

Kapıyı çekince ay ışığında elimdeki yüzüğe baktım dikkatle. Bunu Baver’de hiç görmemiştim. Memet’e sorsam o da bilmeyecekti muhtemelen. Hiç takılmadan gizlenmişti demek ki. Peki bu gizli bir yüzüğün amacı neydi? Neden hâlâ buradaydı?

“Gözümün içine baka baka beni kandırmış adamdın Baver,” dedim kendi kendime. “Şimdi sen yokken mi neyi gizlediğini bulacağım?”

Yüzüğü cebime koyup odama geçtim. Memet banyodaydı Allah’tan. O dönmeden çeyizlik sandığın içini açıp en altta koydum yüzüğü. Sandığı kapattım. 

“Uyudular mı?” diye sordu Memet elindeki havluyla sakalından boynuna kadarını kurularken. 

“Uyudular,” dedim doğrulurken. “Tıraş mı oldun?”

“Fazlaları aldım sadece,” dedi havluyu indirip temiz boynunu açıkta bırakırken. 

Omzuna attığı havluya kaydı gözüm. Yanına yanaşıp belinden sarıldım. “Altı çocuklu adamsın. Yakışıyor mu havluyla arkadan vurmak?”

Kollarıyla iki yanımdan sardı beni aynı şekilde. “Aklın kalmış?” Elleri belimden aşağı inip kalçamı kavradı. 

Yatağa kadar geriledim elimi boynuna çıkarıp havluyu yere düşürürken. Tıraş losyonunun kokusuna boğulmuş boynundan öptüğümde dizlerimin ardı döşeğe dayanmış, sırtım yatağı bulmuştu. 

☀️☀️☀️

*18 YIL SONRA*

(2024)

“Anne! Ben geldim!” diye seslendi Rojda kapı açılma sesinin ardından. 

Mutfak havlusunu elime alıp parmaklarımdan damlayan suların yere düşmesine engel olarak çıktım mutfaktan. “Aç mısın?” diye sordum kızımı görür görmez. 

“Yok, yok,” dedi yorgun bir el sallayışla. Çıkardığı bağcıklı ayakkabıyı ayakkabılığa tıkıştırıp doğruldu. Kirpiklerine sürdüğü o siyah boya gözünün altına akıp karartmış, uykusuzluğunu daha da açık etmişti. “Yedim de geldim.”

“Ne yedin?” dedim kapının köşesindeki çantasını alıp kapıyı çekerken. “Ne zaman yedin? Kiminle yedin?”

“Bir nefes alayım?” dedi elimdeki çantasını alıp odasına geçerken. “O çocuklarına söyle. Gece kalkıp ders çalışacağım. O saate kimse odama gelecek kadar ses yapmasın.”

“Arda dönüyor bugün!” dedim sabah erken çıktığı için veremediğim haberi nihayet eklerken. 

“O gelene kadar uyanmış olurum.”

Peşinden basamakları çıkmış, odasına kadar gitmiştim. “Şimdi uyuyacaksın?” dedim yemek saatine az kaldığından. “Kızım öyle dengesiz uyuyup uyanmaktan başınız ağrıyor hep.”

Üstündeki renkli önlüğü çıkarıp yere attı. Yatağının köşesinde onu bekleyen katlanmış geceliklerini giydi. “Onu tıp yaz, doktor ol diye ısrar etmeden düşünecektiniz.” Örtüsünü kaldırıp yatağın içine soktu kendini. Üstünü örtünce mırıldandı. “Ben bu dönemi geçemeyeceğim galiba.”

Elimdeki bezi çalışma masasına bırakıp oturdum yanına. “Niye geçmeyesin?” Elimi alnına koydum yorgunluğunun hastalığa çevirip çevirmeyeceğinden emin olmak için. “Geçen dönem de geçemem demiştin. Allah nasıl yardım etti, nasıl geçirdi seni?” 

Alnındaki elimin üstüne koydu elini. Parmaklarımı derisine bastırdı. “Şuralarım çatlıyor anne. Sık sıkabildiğin kadar.”

Çok çalışıyordu benim kızım. Hem okula gidiyor, hem hastanede hocalarının peşinde koşturuyordu. Yetmiyor, birkaç saat uyuyup sabahlara kadar ders çalışıyordu. Doktor olmanın bu kadar zahmet isteyen bir şey olduğunu bilsem hiç boynumu kırıp yazsın diye ısrar eder miydim? Sadece güzel bir mesleği olsun istemiştim.

Alnından saçlarının dibine kadar masaj yaparken Ayet’el Kürsi okudum ağrısı azalsın, içi ferahlasın diye. O güzelim mavilerini kapamıştı şimdiden. Okuduğum sure bitince, “Gözündeki boyayı sil annem. Mikrop kapacaksın,” dedim dayanamayıp. Dudağının bir yanı yukarı doğru kıvrıldı gülecek gibi. “Şimdi diyeceksin ben doktorum, bilmiyorum mikrop nedir? Elbet biliyorsun ama gözüne ne yazık ediyorsun, farkında değilsin. Ben sana kıyamıyorum kızım.”

“Anne…” dedi yan tarafına dönüp. Belime sarıldı orada uyumak ister gibi. “Doktor moktor değilim ben. Mikroptan öldüreceğim kendimi. Sadece izin ver birkaç saat uyuyayım, söz kalkınca sileceğim.”

Elimi omzuna vurdum. “Yatağa girmeden sil demiyorum kaç defa?” Yerimden kalkıp masasına baktım o boyaları akıtan suyu bulmak için. “Islak mendille silsem yüzüne yazık. Şu aseton yazanla mı temizliyordun?”

“Göze? Aseton?” dedi örtüye daha da sarınıp gülerken. 

Masanın üstündeki bezimi aldım kırgınca. “Dalga geç annenle. Annen cahildir senin. Doktor annesi olur mu hiç?”

“Ay anne,” dedi yüzünü yastığa sürterken. “O asetonu korneama damlat ama yalvarırım drama yapma. Yemin ediyorum ölüyorum uykusuzluktan.”

“İyi, uyu,” dedim kıyamayınca. “Ama uyanınca o yüzünü gözünü tertemiz sil. Bak geçen bir video atmışlar internete. Kadın boyayla yattı diye kurtçuklar dolmuş gözüne. Damarlarını kemirmiş.” Gözünü açmadan daha çok güldü dediğime. “Gülme! Gerçektir. Ben o videoyu bulayım bi. Göstereceğim sana.”

“Göster annem, göster. Yeter ki bağırmadan konuş.” 

Yerdeki hastane önlüğünü alıp kapıyı üstüne çekip kapadım. Konuşurken bile gözlerini açamıyordu yavrucağım. Uyusundu. Ben ona sonra anlatacaktım makyajsız yüzünün gözünün nasıl daha güzel olduğunu. 

Rojhat’ın odasının kapısını araladım. “Makine çalıştıracağım. Kirlin…”

Kulaklığı takılı diye anlamıştım ki yine duymayacaktı beni. Bilgisayarın klavyesindeki tuşlara çat çat vurup ekranda koşturup birilerine ateş eden adamı takip ediyordu. “Kaçma!” diye bağırdı yumruğunu masaya vurmadan. “Gel buraya! Senin ananı bacını…”

“Rojhat!” diye bağırdım kapıyı tamamen açıp. 

Kulağındaki kulaklığını indirdi. “Ne var anne?”

“Sen ne ayıp küfürler ediyorsun öyle?!”

“Oyuna diyorum, oyuna,” dedi dönen sandalyesini çevirip. “Ne demeye geldin?”

“Makineyi çalıştıracağım,” dedim içeri girip yatağın üstüne attıklarına bakarak. “Oyuna bile olsa öyle küfredilir mi? Ne ana bırakıyorsun ne bacı? Biri sana öyle söylese…”

“Ya anne… Gerçek biri değil. Oyun bu diyorum.” Koltuğunu çevirip döndü bilgisayara. “Al hepsi kirli.”

Zaten temiz durmuyorlardı. Alıp kolumda biriktirdim. “Rojda geldi. Uyuyor. Gece kalkıp ders çalışacakmış. Ses yapma, günahtır. Kız sabahtan akşama kadar…”

“He anne he,” dedi kulaklığı kulağına çıkarıp. “Kapıyı çek. Sesim gitmez ona.”

Tuşlara tekrar hızlı hızlı basmaya başladı. Ekrandaki adamın elinde bu defa bıçak vardı. Önüne gelen saplıyor, garibanları kan revan içinde yere seriyordu. Bu oyunları kim, hangi akla hizmet yapıyordu?

Kıyafetlerle yanına gidip kulağının tekini açıkta bıraktım. “Bak kardeşin ne çok çalışıyor. Elini yüzünü yıkamaya hali yok. Sen niye çalışmıyorsun?”

“Sınavlara daha var,” dedi kulağını kapatıp. 

Geri açtım. “Peki sınav yok. Ödev de mi yok? Bu hocalar sana ne çalışıyorsun diye sormuyor mı hiç?”

Gözünü ekrandan ayırmadan güldü. “Ne ödevi be kadın? Üniversitede ödev mi olur? Derse gitmesem yoklama almadığından anlamaz bile hocalar.” Birine bıçağı geçirip yere yığılana kadar yumrukladı. “Hem ben babam kızmasın diye yazdım İşletme’yi. Bu dönem de bitsin. Okul bitti derim.”

Rojhat’a okulu sevdirmeyi ne yapsam becerememiştim. İlkokulda ödevleri eksik yapar, ortaokulda belge almadan geçerdi sınıfı. Lise en zoruydu. Sınıfta kalmasın diye hatim indirtmişti bana bu eşek. Üniversiteye de babasının korkusuna anca girmişti. 

“Hani sen şirkette babana yardım edecektin bu bölümü bitirince?”

“Yazın full şirketteydim. Çok da gerek yoktu bana.” Neresinden çıkardıysa uzunca bir silahla birkaç kişiyi peş peşe vurdu. Oyun olduğunu bilmesem kalbim tetiklenecekti. “Babam sorarsa ‘Sınavlara çalışıyor, çağırma işe günahtır,’ falan de. Tamam mı?”

Masaya dirseklerimi dayayıp eğildim. “Oğlum sen bilgisayardan oyun oynayacak yaşta mısın?” Ekranda kıydığı cesetlere bakmamak için masaya indirdim gözümü. “Senin yaşındayken baban sabahın köründe işine gidip, akşam güneşi inerken ancak eve dönüyordu. Kendi babasını çalıştırmaz, amcasına iş bırakmazdı. Kardeşlerine de kıyamaz, çok iş yüklemezdi.” 

Benim kocam bu yaşta oyun nedir bilmezdi? Çocukluğunda bile oynamaya göndermişler miydi? O hep çalışmıştı. “Efkan amcanız vardı rahmetli. On dokuz yaşındaydı, karısı hamileydi. Peşinde kan davalıları, şehir şehir gezerdi. Senin yaşında yoktu; kucağında oğlu, askere giderdi. O zaman askerlik çok uzun sürerdi. Hele amcanlar…” diyerek gözümü kaldırdığımda kulaklığını geri takmış olduğunu ancak fark etmiştim. 

Elimi vurup düşürdüm kulaklığı. “Babanın hamalıdır annen, burada durmuş laf anlatıyor?”

“Ne vuruyorsun kadın?” dedi kulaklığı boynundan çıkarıp masaya koyarken. “Ne anlatıyorsun yine? Söyle. Babam sırtında taş taşımış, amcam kaya yutmuş, birini vurmuşlar, ötekini sel almış. Anlat.”

“Siz hiç yokluk görmemişsiniz ki,” dedim kınayarak yerimde doğrulurken. Boştaki elimi salladım. “Ben anlatsam, biri yazsa neler çekmişiz; siz sayfa sayfa okusanız, gözünüz çıkar ağlamaktan.”

Elimi havada tutup kendine çekti. İçinden öptü. “Garip anam. Çilekeş anam. Beş yüz kez anlattın ya. Tamam, anladık. Okul bitsin, zaten çalışacağız. Okurken rahat ver bari.”

“Hani sen o okulu bitirmeyecektin?” dedim beni kandırmasın diye.

“Sen kocanın kızınca neye benzediğini biliyor musun?” diye sordu kaşlarını eğip. “Hadi okulu bırakmadım, uzattım diyeyim. Beş kuruş koymaz cebime.” Elimi iki elinin arasında okşadı. “Boşuna kendini üzecek şey arama. Babam gelmeden bir iki tur oynayacağım, rahat ver. Sınav haftası çalışıp geçiyorum ben tüm dersleri. Problem tınne*(yoktur)”

“İnşallah Rojhat, inşallah,” dedim elimi alırken. “Sen o diplomayı getirme… Bak bakalım seni babanın elinden kim alabiliyor.”

“Sen gaddar bir kadınsın,” dedi kulaklığını kulağına geçirirken. 

“Dönem sonunda görüşeceğiz Rojhat Efendi,” dedim kıyafetlerle çıkarken. Banyonun girişindeki sepete attım hepsini. Siyahlar çok diye makineye onları atmıştım, bitmek üzereydi programı. Şimdi beyazları çalıştıracaktım. En çok beyaz Mehmet’in odasından çıkardı. 

Onun odasına gidip kapıyı araladım. Boştu. Görünürde o resim çizdiği tahtası da yoktu. Demek oluyordu ki terastaydı yine. Kirlileri var mı diye içeri girdim. Kurşun kalem döküntüsünden kararmış uzun kollu tişörtü attım omzuma. Yeni çizim defteri masanın üstündeydi. 

Mehmet’in çizimleri biraz garipti. Öylesi daha sanatsal olduğundanmış galiba. Çocuklar öyle diyordu. Hem benim Memo’m da seviyordu çizmeyi. Her ne kadar ben neye benzediğini anlamakta güçlük çeksem de ressamdır diye seviniyordum. 

Defteri açtım bu defa ne çizdiğine bakmak için. İlk sayfada tepeden inen çok güçlü bir ışıkla gözleri parçalanıp su gibi akmış yarı çıplak bir adam vardı. “Ay bismillah,” diyerek değiştirdim hemen. 

Sonraki sayfada ağaçtan yuvasıyla birlikte düşmüş kuşlar, dalda uyumuş kedinin kuyruğundan sarkan kanlı bir ip vardı. “Çok günah. Kesin birileri bağladı kediyi de garibim kaçıp kuşun yuvasını devirdi.” 

Bir diğer sayfada makasla saçlarını kesen bir kadın vardı. Kadının boynu tuttuğu saç tutamından daha ince, daha kırılgan, eğriydi. “Gariban aç mıdır? Nedir?” 

Sonraki sayfayı çevirdim. “Wey lo!” dedim gördüğüm çıplak kadınla defteri anında kapatırken. “Ev ji çi bu?*(Bu da neydi?)”

Omzumdaki tişörtle odadan çıktığım gibi terasa fırladım. Tam tahmin ettiğim gibi o tahtanın ayaklarını masa gibi açmış, beyaz kumaş gerili parçaya bir şey çiziyordu Mehmet.

Şimdi defterini karıştırdım desem olmayacaktı. “Memo? Yine ne çiziyorsun?” diyerek yaklaştım yanına. 

Gün batımından yansımışçasına kızılı naif boyayı resim bezinin üstünde gezdirdi. “Akşam Güneşi’ni çiziyorum,” dedi fırçayı bezden kaldırırken. Dönüp gülümsedi babasından aldığı bulanık mavilerini kısarak. “Yani seni.” 

“Oy anan sana kurban olsun,” dedim ardından sarılıp başının üstünü öperken. Resmin bezine baktım. “Ben dedim diye çiziyorsun?”

“Diğer çizdiklerimden hoşlanmıyordun.” Önüne döndürdü başını kollarımın arasındayken. “Bunu sadece senin için çiziyorum.”

Elimi omzuna kaydırıp okşadım burada çok zamandır oturduğundan rüzgâr yiyip soğumuş tenini ısıtmak için. “Annem ben senin tüm resimlerini beğeniyorum. Sadece bazılarını… Anlamıyorum,” dedim nasıl söylenir bilemeyerek. “Bir yerden adamın gözüne ışık giriyor, diğer yerde kadının boynu parmağımdan ince… Onlar nedir öyle?”

“Defterimi mi karıştırdın?” dedi sözüm biter bitmez.

“Vallahi ne çizdin diye öyle üstten…” diyecektim ki gülümseyerek kaldırdı gözünü bana. “Beğendiğin oldu mu hiç?” diye sordu kızmadan.

“Güzel. Hepsi güzel de…” dedim ardından çekilirken. “Ben çok ayıp bir şey gördüm,” dedim yanındaki sandalyeye otururken. “Hemen kapattım ama…”

“İlk dört resme baktın o zaman,” dedi fırçasını boyaya batırırken. Fazlasını diğer elindeki beyaz beze sürdü. “Gördüklerinde ne hissettin anne?”

“Valla…” dedim uzunca bir düşünme arasında. “Kadının üstüne güzel bir elbise çizsen, çok güzel olacaktı. Gariban çıplaktı.”

“Anlatmak istediğim de buydu,” dedi başka renge başka fırçayla geçerken. “Kadının üstünde kıyafet yoktu. Siz ilk çıplaklığını gördünüz.”

“Ya neyi görecektik?” dedim gülecek bir sesle. 

“Yüzüne baksaydın…” dedi kısa bir an bana bakıp. “…herkesin ilk bakışta göremediğini de görecektin anne. Ama sen kıyafetleri yok diye sadece çıplaklığını gördün.” Resmine dönüp önceki fırçayla yeni rengi birbirine değdirip çekti. “Çıplaklığı gördükten sonrasına bakmayınca neden çıplak olduğunu da anlamıyor insan. Yüzünde hangi his vardı? Ne düşünüyordu? Onu çıplak bırakan neydi?” Başka bir rengi alıp hepsinin üstünden geçip karmaşık etti. “Ve asıl önemli olan soru… Sana ne hissettirdi?”

“Valla korktum oğlum. Kimdir bu? Nereden görmüşsün de çizmişsin? Aklından niye böyle şeyler geçmiş? Bunda…”

“Ne düşündüğünü değil ne hissettiğini sordum anne,” dedi sakin bir sesle. “Neden korktun?”

“Ayıptır oğlum,” dedim kollarımı önümde bağlayıp çizimine eğilirken. “Biri görse ne düşünecek? Ondan korktum.”

“Güzel,” dedi gülümserken. “Kedili olanla ilgili yorumun var mı?”

“Çoluk çocuk kuyruğuna ip bağlamıştır,” dedim benim uydurmam olmadığına emin olduğumdan. “Zavallıcık da korkusundan kuşun yuvasını devirmiş. Onlara da üzüldüm.”

“Sadece üzüldün mü?” Giderek aşağı inen güneşe baktı dikkatle. Bu hızda güneşi kaçıracaktı. “Kediye yapılana da öfkelendin mi yoksa?”

“Yapana da kızdım elbet,” dedim onun gibi başımı kaldırıp güneşe bakarken.

“Ya kedi ağaçtan inip o yavruları da yiyecekse sonrasında?” diye sordu başını indirip resmine bakarken. “Bundan da endişelendin mi hiç?”

“Garibim kendi canını zor kurtarmış. Hiç öylesini eder mi?”

“Kötülük görmüş biri…” dedi fırçaların hepsini bırakırken. “…en iyi bildiği şey kötülük etme olduğundan… kötülük etmeye kalkışmaz mı?” Bana döndü tüm bedeniyle. “Sen sırf onun gördüğü zulme üzüldüğünden… Vahşi doğasını göz ardı etmeyi mi seçerdin yoksa?”

“Vahşi hayvandır. Canı yanarken bile can yakacak kadar vahşi olacaktır, diyorsun?” 

“Ben değil, sen ne diyorsun anne?”

Bana göre yerinden edilen hayvan en vahşi hayvan da olsa o yavruların üstüne atlamayacaktı. Hele bir de canını yakmışlardı. Şimdi can nedir hepsinden iyi bilirdi o. O yuvaya ilişmezdi. Başımı iki yana salladım bu sebepten. 

Yüzü aydınlandı dediğimle. “Sen içi çok temiz bir kadınsın anne.” Boyalı olmayan eliyle elimi kaldırıp öptü. “Ama içinde yaşadığımız dünya da kendi yorumlarımızdan ibaret değil işte. Benim çizdiklerimi bir şey sanma. Daha çizmediklerim var.”

“Güzel şeyler çiz oğlum,” dedim elimi tutan elini kaldırıp ben de öperken. “Böyle güneşi çiz. Ağacı çiz. Kuşları uçarken çiz. Kedileri süt içerken…”

“Akşam Güneşim bitsin. Siparişlerine açığım,” dedi önüne dönerken. “Ama kendi bildiklerimi de yine çizerim.”

Fırçaların hepsini alıp uçlarını birbirine sürttü önce. Hepsini bir renk ettiğinde sadece bir tanesini bezin üstüne sürdü. Aslında şu ana kadar çizdiğinin sadece bulutlar olduğunu o zaman anlamıştım. Gökyüzüne baktım. Mem’le en sevdiğimiz ana kavuşmuştu vakit. Akşam Güneşim’in alacasının bizi meftun edecek haline boyanmıştı dünyanın bir yarısı. Oğlumun çizimindeki renk tona ton aynıydı. “Aynı renktir!” dedim sevinçle. Demek ki isteyince birebir aynını çizebiliyordu benim Memo’m.

“Bugünlük bu kadar yeterli,” dedi fırçaları suyun içine bırakırken. 

“E güneş gidecek?” Bir daha aynı gün batımını bulamazdı. Resmi yarım kalacaktı.

İşaret parmağını şakaklarına dayadı. “Burada kaldı her şey. Zaten gerekli tüm tonlar da tuvalde.”

“Öyleyse,” dedim yerimden kalkarken. “Varsa kirli çamaşırın…” diyerek çıktım terastan. Baktım Rojhat çatı katındaki dar odaya girmişti, ona sesledim. “Ne arıyorsun sen orada?”

“İnternet gidip geliyor. Modemi ne diye buraya kurduk biz ya?”

“Keşke o internet hepten kesilse de bilgisayar başından hep kalksan,” dedim peşinden odanın içine girerken. 

Rojhat tuşuna basıp kapatıp geri açmıştı küçük kutuyu. “Bakalım gelecek mi?”

‘İnşallah gelmez,’ diye geçirdim içimden. Okuldan gelince bilgisayar, telefon, internet… Rojhat’ı babası gelmeden odanın dışında görüyorsam internet gitmiştir zaten. 

Modemin ışıkları gidip gelirken sandığımın üstüne oturacak oldu. Uyardım hemen. “O kırık.”

Oturmadı Allah’tan. “Kırıksa at gitsin.”

“Anılar var içinde,” dedim sandığın önüne varıp yere otururken. Kapağı kaldırdım. Ne kadar ayda bir buraya girip süpürsem de toz tutuyordu işte. 

Kaç senedir bu sandığa sakladığım çakal yüzüğünü bulamıyordum. Her defasında belki bir şeyin içine takılı bulurum diye açtığımda kontrol ediyordum. Ama yoktu Baver’in yüzüğü. Ya sandığı konaktan buraya taşırken kaybetmiştim yüzüğü ya da biri uzun zaman önce almıştı.

Elime albüm gelince çıkardım. “Efkan amcanın resmini göstermiş miydim sana hiç?”

“Asker kıyafetli olanı mı? Gördüm kaç sefer,” dedi o internet kutusunun başına giderken. 

Yine de albümü aralayıp içinden Efkan’ın resmini çıkardım. “Bak burada senden bile küçüktü,” dedim Dicle’ye bir mektup içinde gönderilmiş ilk askerlik fotoğrafına bakarken. Dicle de ona gebe haliyle bir resim çekip yollamıştı. Nalin çekmişti. “Bak Dicle yengen o zaman Yaman’a gebe.”

“Dicle yenge kimdi?” diyerek döndü bana. 

“Efkan amcanın karısı işte. Dedim ya. Bak burada da Yaman’ı doğurmuştu.” Yine Efkan’a gönderilmek üzere çekilmiş bir fotoğraftı. Bakınca gözlerimin ferinde o günlerin aydınlığı yankılandı. “Yaman aynı Kerem abinin küçüklüğüydü. O kadar akıllı, o kadar tatlı, o kadar…” derken kendimi daha fazla tutamamıştım.

“Hayda,” dedi Rojhat. “Her defasında ağlayacaksan niye açıyorsun o sandığı?”

Elimdeki fotoğraftaki haliyle kalmıştı minik Yaman’ım aklımda. Şu güzel yüzü gözü senelerdir büyümemiş içimde. Her defasında baktıkça sanki bir odadan Dicle’nin kucağında gelip yamacımdan geçecekler gibi oluyordum.

“Annem niye ağlıyor?” diye sorarak içeri girdi Mehmet. Yanıma çöküp sarıldı. “Kime ağlıyorsun sen yine?” Dicle’nin kucağında oğluyla gülümsediği resmi gösterdim. “Bebek Yaman bu muydu?” Başımı salladım. “Nerede bu insanlar şimdi?”

“Efkan amcayı askerken mi, döndüğünde mi ne vurmuşlar,” dedi Rojhat tepemizde dikilirken. “Kan davası. Kız kaçırmış ya hani,” dedi tek gözünü kırparken. “Klasik. Peşinden kadını da öldürmüşler bir şekil. Çocuk da kayıp işte.”

“Nasıl kayıp?” diye sordu Mehmet bir elini sırtımda gezdirirken. 

“Gitti. Aldılar bizden,” dedim kendimi iki yana hafif hafif sallarken. Efkan’ın yasından sonra Dicle alıp götürmüştü. Sanki sıranın onu bulacağından artık emindi. Oğlunu götürmüş, dayısının himayesine koymuştu. Bir daha da görememiştik Yaman’ı. Yaşasa da ölse de hiçbir aşiretten kimse bilmeyecek demişti Miraz Yaman. Bize bile dememişti yerini. Dicle ölmeden öylesini istemiş. Kim kapısına gitse, yerini söylememişti.

“Benim sütümü içmişti,” dedim içimi çekip. Toz doldu ciğerlerim eskinin acısından. “Süt kardeşinizdir hepinizin.”

Mehmet’i tutup benden ayırdı Rojhat. “Oğlum sarıldıkça ağlamak için sebep buluyor kendine. Tanımıyor musun anneni?” Ayağa dikti kardeşini. “Hadi git dağ, bayır, göt, möt bir şey çiz sen. Bırak kadını bana.”

“Abi öyle…”

“Olur, olur,” diye tamamladı Rojhat. Çıkardı kardeşini dışarı. Kendi gelip oturdu yanıma. “Hani sen yaşadığına inanıyordun?”

İnanıyordum. Ölse mutlaka haberi gelecek demişti Çakal zamanında. Hem hiç haber gelmemişti hem de ben öylesini hissediyordum. “Yaşıyordur da… Bunca sene oldu oğlum. Ne yedi? Ne giydi? Nasıl yaşadı? Kimlerle…”

“Hani Miraz Yaman o dönem tüm yetimlere kol kanat gelmişti diyordun?” diye böldü sözümü bu defa. “Yaman kardeşimizi darda bırakmış mıdır?”

“Hayır ama…”

“O zaman ağlamayacaksın,” dedi kolunu boynuma sarıp. “Sen sadece dram bağımlısısın.” Yazmamın üstünden öptü. “Her şey yolunda mı? Akşama tüm çocukların aynı sofraya mı oturacak? Hop açarsın sandığı seneler evvel yok şuna şöyle oldu, yok buna böyle oldu. Kendine ağlayacak birini mutlaka bulacaksın.”

Elimi yüzümü bastırdığı göğsüne vurdum. “Eşek! İnsan eskiyi özlüyor.”

“Yarın bugünü de özlersin öyleyse.” Kolunu gevşetip yüzüme baktı üsten. “Senin asker oğlun gelmiyor mu bugün?”

“Geliyor,” dedim içim bir de onun özlemiyle dolarken. “Annesi ona kurban olsun inşallah. Aylardır ev yemeği yememiş.”

“Ne yaptın ona?” diye sordu elimden fotoğrafları alıp sandığa koyarken. “Biz de nasipleneceğiz Arda Bey sayesinde.”

“Size yapıyorum ya her gün,” dedim sandığı kapattığı sıra. Yerden kaldırdı beni üstümü başımı çırparken. 

“Hadi hadi,” dedi yere düşen tişörtü alıp beni odadan çıkartırken. “Bizim için öncedeki geceden tatlılar, tuzlular, acılar yoğurmuş musun hiç?” Odanın kapısını kapattı. 

“Annem ben ne isteseniz hemen yapıyorum size. Kardeşin senede toplasan kaç hafta evde kalıyor? Geldiğinde sevdiği yemekler olmasın mı?”

“Olsun, olsun,” dedi elini omzuma yayıp basamakları kendiyle birlikte indirirken. “Ona yaptıklarından da yiyoruz çok şükür.” Mutfağa kadar beni götürecek oldu. Kapı anahtarla açıldı. “Ooo… Mimarlar odası başkanı,” diyerek abisini karşıladı Rojhat. “Özlettiniz kendinizi.”

“Hadi lan,” dedi Mir ayakkabılarını çıkarırken. “İşsiz güçsüz herif.” Uzun ince çantasını yere bırakıp kolunu boynuma doladı. “Zühre Hanım. Beni aramışsınız?”

Göğsünden, kolundan öptüm oğlumu. “Anne kurban. Ne zaman geleceksin diye aramıştım.”

“Sessizdeydi telefon,” dedi kapıyı ardından çekerken. Rojhat’a baktı. “Sen yine okula gitmedin mi?”

“Hayda,” dedi Rojhat ellerini tepesine koyup. “Anan sana emanet. Babam gelmeden ders çalışacağım ben. Rahatsız etmeyin.”

Rojhat basamakları hızla çıkarken “Kesin derstir o,” dedi Mir ardından. Bana döndü. “Bu oğlun adam olacak, ben de göreceğim?”

“Valla tüm gün oyun oynamış,” diye şikâyet ettim hemen. “Sınavları yoksa ders yok ona.”

“Ben görüşeceğim onunla,” dedi çantasını yerden alıp. “Gel sen benle.” Salona girdik beraber. “Şu mutfaktaki masayı büyütelim demiştin ya…” Çantasını açıp birkaç kâğıt çıkardı. Bir de bilgisayarını çıkarıp açtı. “Taslakta şunu çizdim ama ustaya göndereceğim bilgisayardaki hali,” dedi açılmasını beklerken. 

Kağıtları önüme alıp baktım. Bir masa vardı da her yerinde çizgiler, sayılar, yazılar vardı. Demek ki bir mimar da böyle oluyordu. O bu kâğıtta koca bir yemek masası görüyordu.

Bilgisayardan bir şeyler yaparken baktım oğluma. Büyükçe Hozan’a daha çok benzemişti yüzü. Bir sesi amcasına hiç değildi. 

Benim oğlumun yeteneği de Mehmet gibi çizim üzerineydi. Çok şükür öyle çıplak bir şeyler de çizmiyordu Mir. Babasının kurduğu inşaat işine göre mesleğini seçmişti. Mimar olmuştu. Kendine ayrıca bir ofis açmıştı İstanbul’a. Orada daha çok müşterisi oluyormuş çünkü. Ayın belli günleri gidiyordu İstanbul’a. Ofisin altındaki evinde kalıyordu. İşlerini halledince evine geri dönüyor, şirketteki işlere koşturuyordu. 

Kurban olduğum Mir büyüyüp babasına öyle bir dayanak olmuştu ki işleri güçleri bereketlenmişti. Memet’in şehir dışı işlerinin bir kısmını o devralmış, yükünü azaltmıştı. 

“Heh bu,” dedi bilgisayardan tuşa dokundukça sağına soluna dönen masayı gösterirken. “Bizim olmadığımız günler şöyle katlanır bölmesinden daraltırsın,” dedi masanın ortası göçüp boyutu küçülürken. “Hepimiz gelince de tekrar açarsın.” Geri ortayı çıkarıp uzattı masayı. “Hem alandan tasarruf hem sana temizleme kolaylığı. Nasıl?”

Elimi yüzüne atıp göğsüme çektim. “Benim hayırlı oğlum. Anasının mimarı. Babasının mimarı.”

“Sen yine çok çalışmışsın herhalde,” dedi göğsümden kalkarken elimi tutup öperken. “Baştan aşağı ter, yemek, cif kokuyorsun.”

“Hah?” dedim hemen üstümü koklarken. “Valla dalmışım öyle.”

“Ana kokusudur, alışkınız,” dedi yandan yandan gülerken. “Sen ya yemek kokarsın ya çok temizlikten ter.”

“İnsan annesine ter kokuyorsun der mi?” diye teessüf edecektim ki nasıl ter korktuğumu fark etmiştim. “Kulağın Rojin’de olsa ben hemen banyo yapıp gelsem?” diyerek kalktım yerimden. 

Elimden tutup oturttu. “Kız otur, şaka yaptım.”

Şaka değildi. Kokuyordum. “İki dakika.”

“Nerede o minnak?” diyerek kalktı benimle. “Geçen kardeş grubumuza videosunu atmış Rojda. Ofiste izledim. Mimar Hanım arkadaş deli oldu şirinliğine.”

“Hani senin ofisinde kadın mimar yoktu?” dedim salonun kapısında duraksayıp. 

“Yeni başladı,” dedi telefonunu cebine atarken. Yüzüne baktım dikkatle. “Öyle bir şey yok anne. İş arkadaşıyız.”

“Herkes sizin arkadaşınızdır zaten. Ben kimseye bu benim sevdiğimdir dediğinizi duymadım nedense?” Asmin’in oğlu Zınar’ın sevgilisi varmış. Asmin’le bile tanıştırmış. Anlata anlata bitiremedi Asmin. Benim oğlanlar herkesle arkadaştı hep. “Sizin sevgiliniz oluyor da bana demiyorsunuz değil mi?”

“Hadi git yıkan. Arda gelecek sarılamayacaksın,” dedi beni basamaklara doğru itelerken. Benden önce çıktı merdivenleri. 

“Allah hakkı için Mir,” dedim peşinden. “El alemin kızıyla gezip tozmayın, günahtır. Varsa sevdiğiniz gelip bana deyin, bileyim. Hemen isteyelim.”

“Belki bundan söylemiyoruzdur,” dedi odama girip içerideki çocuk odasına geçerken. 

Demek ki sevgilileri oluyordu da benden gizliyorlardı. Asmin’in oğlu ona güveniyordu da benimkiler benden sırlarını saklıyordu. Yazıklar olsundu bana. Ben de karşılarına iyi insanlar çıksın diye dua ettiğimden kimseyle tanışamıyorlar diye üzülüyordum. 

Mir’in o Mimar Hanım arkadaşını öğrenmeyi aklımın bir köşesine yazıp girdim banyoya. Hızlıca yıkanayım derken az kalsın ıslak ayakla banyo zeminine yapışacak olmuştum. Çocuklarımın hepsini uzun zaman sonra aynı sofrada eksiksiz görecek olmak beni mutluluktan deli edecekti. 

Bornozumu giyip saç kurutma makinesiyle saçlarımı kuruturken aynadan yüzüme baktım. Az kalmıştı, elli yaşıma girecektim artık. Gözlerimin kenarında gülünce çıkan kırışıklıklarımın gölgeleri hep benimleydi artık. Dudaklarımın kenarındaki çizgilerim daha belirgin, aşağı sarkıktı. Sanki rahmetli annemi anımsatıyordum yaşlandıkça. Belki onu özlediğimden aynada olsun göreyim istiyordum şu ara.

Ben bugün eskidekileri çok özlemiştim. 

Sesi kulağımı tıkayan makineyi durdurup gözüme dolan yaşları sildim. Bugün her günden ayrı bir özlem vardı içimde. Sanıyorum günüm gelmişti yine. 

Dolabı açıp açılmamış ped paketini çıkardım. Aldığımdan beri hiç kullanmadığımı görünce aklıma son paketi ne zaman bitirdiğim geldi. Elimi ağzıma vurdum. “Wey lo poşmani!*” Diğer elimi de bacağıma vurdum kendime sinirimden. 

Benim evlenecek yaşta çocuklarım vardı! Ben utanmadan geçen sene de çocuk doğurmuştum!

Memo’nun doğumundan birkaç sene sonra altıncı çocuk sondur diye spiral taktırmıştım. Öyle ona güveniyordum bu zaman kadar. Geçen iki sene önce adetten kesilince menopoza giriyorum diye korkmuştum. Rojda’yla doktora gitmiştim. Benim doktorum bile şok olmuştu seneler sonra spirale rağmen hamile kalmama. 

Ben ikinci kızımı doğurana kadar o spiral bir yerlerine batar diye ölüp ölüp dirilmiştim. Doğumunda sağlığını yerinde görünce bir daha taktırmaya korkmuştum. Zaten bu yaştan sonra kocam da girmişti ellisine. Olmaz diyordum. 

“Ah Zühre!” dedim ağzımdaki elimi alnıma vururken. “Sen utancını unuttun mu?”

Eve gelip çocuklarıma hamileyim diyene kadar yerin dibine girip çıkmıştım. Rojda kızmıştı çünkü. O kadar yaş farkıyla kardeş istememişti. Kendi okulunun hastanesine doğum için gelirsem benimle küseceğini bile söylemişti. 

Rojhat dalga geçmişti benimle. ‘Kadın senin başın da mı ağrımaz? Hayır demeyi mi bilmezsin? Erkenden uykun gelmez mi? Babam sana hiç huzur vermeyi düşünmez mi?’ diye diye beni rezil etmiş, kendi gülmüştü. 

Memo son çocuk olmaktan kurtulacağı için sevinmişti. Mir’le Kerem ise sadece gülümsemiş bir şey dememişlerdi. Ben en çok o ikisinden utanmıştım. 

Memet’imin baba olduğu yaşa gelmişti büyük çocuklarım. Ben onlara bir daha hamileyim diye nasıl diyecektim?

“İnşallah bu defa menopozdur,” diyerek çıktım banyodan. Hızlıca üstümü giyinip kocamı aradım. “Mem… Yolda mısın?”

“N’oldu?” diye sordu direkt. Sesimden anlamıştı endişemi.

“Bi’ eczanede durabilecek gibi misin?”

“Niye?” diyen ses Kerem’e aitti. “Hasta mısın?”

Arabada diye sesim ona da gidiyordu demek ki. “Yok, yok,” deyip kapattım telaştan.

Küçüklerken ne kolaydı oğlum bak kardeş cici demek. Şimdi hepsi neyin ne olduğunu biliyordu, utanıyordum. 

Geri aradı Memet. “N’oldu Zühre?”

“Sesim arabada mı?” 

“Bekle,” dedi. “Şimdi söyle.”

“Allah aşkına sesim Kerem’e gitmesin,” dedim telefonu kulağıma yapıştırırken. “Bana gebelik testi alman gerek.”

Önce bir sessizlik oldu. O sıra Kerem ne olduğunu soruyordu. “Rojin’in mamasından da gerek mi?” diye sordu Memet.

“Al. Kerem senle girmesin eczaneye. Mama alıp geleceğim de, gizlice al.”

“Tamam. Telaş yapma. Geliyoruz birazdan,” diyerek kapattı. 

“Sana kolay tabii,” dedim telefonu kapatıp ardıma dönünce. 

Mir kucağında saçları terden yüzüne yapışmış kardeşiyle bana bakıyordu. “Hamile misin yine?”

Utanç aldığım nefes kadar hızlı doldu bedenime. Mir’in kucağında Rojin onun kızı gibi duruyordu neredeyse. 

Benim gözüm kör olsun Mem. O gece çok konuşup seni uykundan etmeseydim keşke. 

“Utanma,” dedi Mir gülerek. Yanıma kadar gelip sarıldı. “Biz valla sana bir şey olur diye korkuyoruz sadece.” Uykulu haliyle şirin şirin dilini çıkaran Rojin’in alnını öptü bir de. “Yoksa hepsi bizim kardeşimiz. Ha yirmilerinde eşek kadar herif, ha beşiğinde tıngır mıngır sallanan prenses.”

Yine de utanıyordum işte. Daha bunu el aleme demek vardı bir de.

“Hadi gel, yemekleri ısıtalım. Benim aşkım acıkmış,” dedi kızımı kucağında hoplatıp. “Hem benim gariban anam iki canlıdır yine.”

“Daha test yapmadım,” dedim öyle sessiz sessiz.

“Sen ne yaptığını biliyorsundur. Gel mutfağa,” dedi önümden çıkarken. 

Ardından dudaklarımı ısırdım. Yemin ediyorum her şeyi bilecek yaştalardı. 

Sessiz sessiz indim aşağı. Mir kardeşiyle salona geçti. Ben mutfakta geceden beri yaptıklarımı ısıtmaya başladım. Çok geçmedi kapı çaldı. Belki Arda’dır diye koşup açtım. Kerem tek gelmişti.

“Zühre Hanım,” dedi Kerem imalı bir sesle. “Benden gizli telefon görüşmeleri ha?”

“Yok, ben ağrı kesici…”

Elindeki poşeti kucağıma koydu. “Kandırma bizi be kadın. Sesinden anlarım ben senin.” Elini başımın ardına koyup çekip alnımdan öptü. “Bu son olsun. Bir daha duymayayım.” 

Vallahi anlamıştı. Kocaman adam olmuş çocuklarıma rezil olmuştum. 

“Utandırmasana kadını,” dedi Mir salondan çıkıp. 

“Günahtır, yaşı kaç? Dikkat etsin kendine artık,” dedi Kerem deri ceketini askılığa asarken. Mir’in kucağındaki Rojin’e başını salladı. “Kız zilli. O videodaki hareketlerin neydi?” Yanağının iki yanından tutup şapırtıyla öptü. “Nazar ederler kızım seni. Az uslu ol abim.” Sonra bana döndü. “Kız getireceksen kesin getir. Senin kızlarına aşığım ben.”

“Annem yine doğuracak mıymış?” diyerek indi aşağı Rojhat. Bana, “Sen hiç mi…” diyecekken Kerem tuttu ensesinden. “Aaa… Abi!”

“Sen niye derslerini sallamıyormuşsun?” diye sordu Kerem kardeşinin başını yere eğerken. Salonun içine doğru götürdü. Birden ağını kaldırıp tekmeyle içeri soktu. “Ben her ay gelip seni dövecek miyim illa?”

“Kerem! Bugün gitmişti,” diyerek aralarına girmek için salona girecek oldum. 

Mir tuttu kolumdan. “O dövmezse ben döveceğim. Karışma.” Elini salona bakmaya çalışan Rojin’in gözlerinin üstüne koydu. “Sen bakma prenses orada dalak ameliyatı var.”

Mir mutfağa geçince salona gireyim dedim ki Kerem kapıyı kapatıp içeriden kilitledi. “Kerem! Aç kapıyı oğlum! Gidiyor okuluna. Erken gelmişti. Sınavları var!” 

Rojhat içeriden, “Ano ciğerim!” diye bağırıyordu. Demek ki abisi sert vuruyordu. 

Kerem kapıyı açtı Allah’tan. Nefes nefese kalmıştı. “Kıyıp da çok vurmadım. Bir daha derse gitmezse beni arıyorsun, gelip bilgisayarı kafasında kırıyorum.”

“Tamam oğlum, tamam,” dedim kolunu sıvazlayıp mutfağa gönderirken. Hemen girdim içeri. “Acıdı mı?” dedim oğlumun yanına çöküp. “Nerene vurdu?”

“Yastıkla vurdu,” dedi elini koltuk altında tutarken. “Peki vururken neyi düşürdü o salak?” Elini koltuk altından çıkardığında sigara paketi vardı. 

“Hih,” diye bir nefes çektim içime. 

Mir mimar olmak istediğinde Kerem çizime çok yeteneğim yok ben işlem severim diye mühendislik yazacağım demişti. Babasının izinden gitmek için de inşaat mühendisi olmuştu. Okumak için şehir dışına gitmiş, orada ev açmıştı önce. Okulu bitip döndüğünde de evde doğru dürüst kalmak ne bilmemişti artık. İnşaatı nereye yapacaklarsa oraya yakın ev tutuyordu hemen. 

Memet her ne kadar gerek yok dese de çalışırken öylesinin fayda verdiğini söylüyordu Kerem. Rojhat olsa kendine bakmayı bilmez diye Memet’in güveni gelmezdi de Kerem’in ayaklarının yere sağlam bastığına inanıyordu. Mir’in de İstanbul’da evi var diye Kerem’e de müsaade ediyordu. 

Kerem’in yıkanmaya getirdiği çamaşırları hep sigara kokuyor oluyordu. Şüphelenip sormuştum kaç defa. Her seferinde inşaattaki işçilerin kokusu üstüne sinmiş oluyordu. Orası öyle bir ortamdır diye inanıyordum. 

“Ya…” dedi Rojhat başını aşağı yukarı salladı. “Sen ayakta uyu Zühre Hanım. Hadi ben derse gitmiyorum, gitmiyorum. Sen görüyorsun ki ben evdeyim. Senin bu çocukların işe diye nereye gidiyorlar? Bu sigaraları nerede tüttürüyorlar?”

“Yazıklar olsun,” dedim paketi Rojhat’tan alıp bir hışım mutfağa geçerken. “Kerem bu nedir düşürmüşsün?”

Elini ceketinin iç cebine atacak oldu. “Onu nereden buldun sen?”

“Ben sizi böyle yetiştirmişim?” dedim paketi masaya atarken. “Biri işçilerin kokusu üstüme sinmiş der sigara içer. Ötekinin sevgilisi olur söylemez,” dedim Mir’e bakarken. 

“Söyledin mi anneme?” diye sordu Kerem kardeşine bakıp. 

Bir şüphemde daha haklı çıkmanın şaşkınlığıyla Mir’e baktım ki o Kerem’e doğru tükürür gibi bakmıştı. “Hay o ağzına…”

“Sen benden kız saklıyorsun?” dedim içimden içim giderken. 

“Aynı evde yaşıyorlar,” diye fısıldadı Rojhat arkamdan. 

Tepemden aşağı içi buz dolu bir kova su döktüler sanki. “Bir de aynı evde yaşıyorsunuz?”

“Rojhat! Sen bittin lan şerefsiz!” dedi Mir Rojin’i nereye bırakacağını bilemez bir halde.

Kerem masanın üstündeki sigara paketini yavaştan kendine çekiyordu. Ona baktım kırgınca. “Sen o ciğerlerine nasıl kıydın?” Elim zor bela kalbime gitti. Rojhat’ı dövecek Mir’in önüne geçtim. “Ben sana milletin kızıyla gezip tozma günahtır, dedim. Sen eve çıktın?” Yemin ederim kalbime inecekti artık. “Memo da çıplak kadın resmi çiziyor zaten.”

“Anne!” diye bağırdı Mehmet bahçeye açılan kapının oradan. 

“Oha!” dedi Rojhat abisi ona vurmasın diye ardıma gizlenmiş. “Anneme de mi gösterdin? Ar, namus, şeref, haysiyet…” Kardeşine doğru tükürdü. “Bastırılmış cinselliksin oğlum sen!”  

“Hepinize yazıklar olsun,” dedim elim yanıma düşerken. “Dört oğlum var. Dördü de kandırmış beni!” Çok kırılmıştım hepsine. “Bana da yazıklar olsun ki hepinize inanmışım.”

“Ya anne ne alakası var?” dedi Mir havadaki yumruğunu Rojhat’a gösterirken. “Aramızda ciddi bir şey olsa ilk sana söyleyecektim.”

Hem aynı evdeler hem ciddi mi değillerdi? Yüreğime inecekti!

Masanın üstündeki sigarayı alıp iç cebine attı Kerem. “Bu da ustanın paketidir yanımda kalmış.”

“Ben cinsel temada resim çizmiyorum,” dedi Memo da. “Sana açıkladım ya anne. Gördüğün değil…” diyecekken Rojhat ekledi. “Ben de bizim okulun Dekan yardımcısıyım zaten.”

“Konuşma lan!” dedi Mir. “Kes lan sesini!” diye ekledi Kerem. 

“Abi sen kopyadan uzaklaştırma almamış mıydın?” dedi Memo birden.

Artık şaşıramayacak kadar fena bir hale düşmüştüm.

“Senin o ağzına sıçayım!” dedi Rojhat elini ardımdan savurup. 

“Ne kopyası lan?!” dedi Mir, Rojin’i Memo’nun kucağına bırakırken. Elini ardıma atıp Rojhat’ı çekip aldığında kıpırdayamamıştım bile. “Eceline mi susadın sen?”

“Seni öldürelim mi istiyorsun?!” diyerek sandalyeleri ittirip kardeşine atılacak oldu Kerem de. “Kopya ne? Hayvan!”

“Ana!” diyerek kollarımdan tutup çekecek oldu Rojhat. 

“Şu kadının ardına saklanma artık!” diyerek sırtına vurup tekmesiyle yere düşürdü Mir.

Kalan son dermanımla “Yapmayın!” diye bağıracağımda çok şükür evin kapısı açılmış, Memet girmişti içeri. 

Rojhat’ı yerde tekmelenir halde görünce sakin bir kızgınlıkta, “N’oluyor yine?” diye sordu. 

Rojhat iki elini kaldırdı havaya. “Ben tüm gün okuldaydım bavo. Bilmiyorum.” Ellerini yere basıp kalktı hemen. “Ama galiba annem hamile,” diyerek sıvıştı mutfaktan hemen. Koşup kendini odaya kitleyecek gibiydi. 

Memet kaşları gram düzelmeden Mir’e baktı. “Ben anneme çizimleri gösteriyordum,” dedi yüzüne düşen saçlarını geriye iterken. “Ki duyduğum doğruysa annem hamile.”

Şüpheyle Kerem’e baktı Memet bu kez. “Mir’in çizimlerini ustalar yapamazmış. Onu tartışıyorduk aslında,” dedi önce. Bunun için Rojhat’ı niye teklemediğini açıklayamayacağı için ekledi. “Ki bence annem kesin hamile.”

En son Memo’ya baktı kocam. “Annem hamile miymiş?” diye sordu kucağındaki kardeşiyle.

Kerem elini Mir’in omzuna koydu hemen. “Biz şu işi kardeş kardeş bahçede halledelim mi?”

Mir de Memo’yu koluna taktı. “Gel senin o maharetli ellerinden birkaç çizimi de konuşuruz.”

Memo kucağında Rojin’le gidecekken kızımı aldım onlardan terli terli bahçeye çıkarmasınlar diye. Mutfak kapısı kapandığında kocamla kalmıştık. “Ne çeviriyor bunlar yine?”

Duyduklarım yüzünden ayakta kalacak takatim yoktu. Masaya dayanadım. “Mem valla ben yine hamileyim,” dedim ne ara dolduğunu bilmediğim gözüm yüzünden sesim titrerken.

“Hişşş…” dedi Memet birden ağlamamı beklemiyor. Bir yerlerden çocukların çıkmayacağına emin olduğundan yaklaşıp kollarının arasına aldı beni. “Ne yapalım hamileysen? Nasibi olan geliyor Zühre.” 

Kucağımdaki Rojin babası ona sarılıyor sandığından omzuna çıkmaya çabalıyordu. Dönüp kızının sırtından öptü. “Hepsine şükür. Gelecekse gelsin bir tane daha. Ne yapalım?”

“Yaşlanıyoruz artık Mem,” dedim, derdim çocuklarım beni ayakta uyutuyor diye de biraz sızlanmakken. “Hadi bugün Mir çıktı evleneceğim, dedi. Dünürlere karnım burnumda mı gideceğim?”

Gülümsedi. “Sen doğurana kadar beklerler.”

Güldü diye ben de gülecek gibi oldum. “Olur mu öyle?” Rojin’i taşıyamayacaktım artık. Kucağına verdim. “Mama hazırlasan da ben şu testi yapsam? Bitirdi beni çocukların!”

“Yap bakalım,” dedi Rojin’in açılan belini örterken. “Ama az buçuk gebe halinden anlıyorsam şüphende haksız değilsin.”

Bu kadar çocuktan sonra ben de biliyordum her halimi. Kapıda bir menopozum vardı beni bekleyen. O aklımı karıştırmasa teste bile gerek yoktu aslında. 

Testi alıp çıktım odama. Sonuç beni şaşırtmadı. Son beşiği Memo yapma planımı ilk Rojin bozmuş şimdi de sekizinci Merxas varlığını ilan etmişti. 

Odaya geçtim. Memet kızımızla odamızın balkonuna çıkmıştı. Beşikten örtü alıp peşlerinden çıktım. Burada gün batımı güzel oluyor diye bir kanepe çekmiştik yıllar önce. Hâlâ Memet işten gelince önce buraya gelip oturuyordu soluklanmak için. 

Hemen yanında yerimi alıp battaniyeyi babasının kucağında mamasını içen kızımın sırtına örttüm. “Kızına oyun arkadaşı geliyor.”

Sesli bir nefes verip güldü Memet. Rojin biberonunu kendi tuttuğundan tek elle kucağına yatırması yetiyordu. Öbür elini benim sırtıma atıp yamacına çekti. “İyi oldu böyle. Hepsinin dengi bir kardeşi olur.”

“Var mıydı böyle bir istediğin?” diye sordum elimi göğsünden karnına gezdirirken. “Yoksa olmuş artık diye…”

“Yoktu ama iyi ki olmuş,” diye tamamladı. Rojin’in saçlarının üzerinden öptü. “Nasibi varmış ki olmuş. Hem biz hangisi geldiğinde sevmemişiz?” Hepsini de sevmiştik. Hiç çocuk görmemiş gibi. “Hangisi kendini sevdirmemiş bize?” Hepsi de sevdirmişti nihayetinde. 

En yaramazı bile yaramazlıklarıyla sevmiş, sesi uzağımıza düşünce özlemiştik. “Arda geç kaldı.”

“Geldi az önce.”

Memet’in göğsünden kaldırdım başımı. Balkonumuz arka bahçeye bakıyordu. Arda orada kardeşleriyleydi. Yerimden fırladım oğlumun hasretiyle. Aşağı koşacaktım ki Memet tuttu kolumdan. “Bırak kardeşler eğlencesini tamamlasın.”

Gidip kendimi üstüne atıp öpüp koklayasım vardı da kocamın dediği gibi önce kardeşleri birbirlerine bıraktım. Cama yaklaşıp çocuklarıma baktım. Nasılsa cam koyu film kaplı diye onlar bizi görmüyordu. “Ne oldu rütbesi şimdi?”

“Teğmen,” dedi Memet aldığı derin bir nefesle göğsü şişerken. “Havacı Teğmen Arda Merhas.” 

“Bitti artık okulu,” dedim gözlerim dolmasın diye kendi kendimi teselli etmek için. 

Daha ilkokulda oyuncak silaha doldurduğu boncuk mermilerle misafir çocuklarını vururken büyüyünce benim gerçek silahım olacak diye minderden mindere atlardı. Ona ancak askere giderse eline gerçek silah alabileceğini söylediğimde çocuk aklıyla unutur sanıyordum. Ortaokulda polis ya da asker olacağım diye sayıklamaya başlamıştı. Silah için istiyor yine unutur diye bekliyordum ki lise zamanı askeri lise diye tutturmuştu. Askeri liseler kapatılınca unutur sandık. Üniversite sınavı yerine askeri okul sınavına girecek kadar ısrarcı çıktı.

Gözüme asker olmak için çok küçük gelmişti. Yalvar yakar vazgeçirmeye çalışmışsam da babasını ikna etmiş, askeri okula yazdırmıştı kendini. 

Memet sonuna kadar götürmeye dayanamaz, vazgeçer demişti bana. Belki otorite nedir görür, aklını başına alır diye ummuştu. Arda bizi şaşırtmıştı. Askeri okula öyle bir uyum sağlamıştı ki oturup kitap okumaya tahammülü olmayan çocuğum havacı teğmen olana kadar durmayacağım demişti.

Hadi kara olsa gözümün önüydü. Havadan Allah muhafaza düşse ben ne yapacaktım?

Hiçbir çocuğuma yalvarmadığım kadar belki Arda’ya yalvarmıştım her senesi bitince eve dönsün diye. İnattı. Aklına koydu mu sonuna kadar gidiyordu. Gitmişti. Aylarca uzağımdaydı hep süt kokulum. 

Ben Memet’in asker yolunu bile bu kadar gözlememiştim. El kadar çocuğum asker diye asker anası olmuştum. Bunun bir ömür süreceğini de zamanla kabullenmiştim. 

Ne zaman evin tepesinden bir helikopter geçse içindeki askerin anası da böyle cam köşelerinde eli yüreğinde bilmiştim. Sağ salim gideceği yere insin diye görüş alanımdan çıkıncaya dek dua etmiştim hepsine. 

Sonunda Teğmen olmuştu benim oğlum. 

Burnumu çekerek baktım asker oğlumun kardeşleriyle sarılmasına. Kerem’le Mir sırtına ensesine vurup kendilerine çekiştiriyorlardı sarılmak için. Rojhat’la birbirlerine gövdelerini vuruyorlardı selamlaşmak için. Memo’yu kolunun altına alıp saçlarını dağıtarak kendi öpüyor, Rojin’i havaya fırlata fırlata seviyordu.

Sonunda seslere yüzü gözü şiş halde çıkmıştı Rojda da. Arda’yı görünce koşup üstüne atladı sanki kendi çocuğuna kavuşmuş gibi. Arda ablasını kaldırıp döndürdü etrafında.

“Anneniz size kurban olsun,” dedim olduğum yerde iki yana sallanırken. “Nasıl da güzeller Mem.”

“Kendi başlarına bir aşirler,” dedi Memet gülen gözlerine refakat edemeyecek kadar hüzne düşerken dudakları. “Çabuk büyüdüler.”

“Ondan yerlerini doldurup duruyorsun?” dedim omzumu koluna sürterken. 

Güldü dudakları bu defa dediğime. “Bu artık hakikaten sondur Akşam Güneşi.”

“Güzel bir son,” dedim kollarımı beline sarıp. “Senin kollarında.”

☀️SON☀️

Benden bu kadar. Bu defa hakikaten bitti. Artık hikayeyi Zühre ve Memet’ten okumayacağız. 🤧

Hoşça kal Akşam Güneşi ☀️

5 3 Oylar
Article Rating
Abone
Bildir
guest

3 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
Zeynep
Zeynep
1 ay önce

Akşam güneşi okuduğum en güzel kitapsın basılsa alsam diye bekliyorum emeğine sağlık inşallah diğerleri de finalini görür kitaplarına dokunuruz

Ayşenur
Ayşenur
1 ay önce

Harika bi kitap kalemine ve emeğine sağlık.4.kez okuyusum ama her okuduğumda aynı duyguları yasiyrum♥️♥️♥️

Yorumyapmayageldim
Yorumyapmayageldim
1 ay önce

Akşam Güneşim, güzel bir arkadaş oldu bana. Zihnimde bir şehir kurdum, merkezinde Merxas Konağı olan.
Memetten Gulazer halaya dek herkesle hoş bir sohbetteymişim de çaydanlığın biten suyunu yenilemeye gitmişim, dönüşümde yine aynı konakta Bülbülle tanış olacakmışım ve çay eşliğinde sohbete devam edecekmişiz gibi bir his. Sevdim seni Merxas konağı 🤎🌿

Scroll to Top
3
0
Düşüncelerinizi duymak isterim, lütfen yorum yapın.x