31 PART 2

Daha evvel geçtiğim taşlı yolda sarsılan araçla öne arkaya gidip geliyordum ben de. Bu yoldan nefret ediyordum. Bu yol Zühre’nin amcasının evine gidiyordu. Bu taşlı yoldan ötesi İshak Uçar’ın eski evine varıyordu. Bu yolu her gelişimde canımdan bir parça koparılmıştı.

Zühre’yi gün içinde birkaç kez aramıştım. Açmamıştı. Bu saatte yengesiyle annesi daima evde olduğundan konuşamazdık. Beklerdim ben. Gün bitsin, akşam güneşi semayı renkleriyle boyasın da Zühre’nin işleri bitsin diye beklerdim. Bulduğu ilk boşlukta beni arayacaktı o da. Bir kuytu köşede birkaç dakika olsun konuşmak için kolladığı fırsatı kaçırmamak için telefon elimde beklerdim ben de. Tırnağımla tuşların çıkıntısını oyarken ekranda isminin yazmasını beklerdim.

Bu defa farklıydı. Zühre aramıyordu. Ben arayınca da açmıyordu. Çalıyordu telefon. Sessizde olduğunu bilsem de kaç gündür onlarca aramayı görmemiş olmasını mantıklı bulmuyordum. Babasının taziyesinden bu yana aramıza giren şehirler yüzünden merak ettiğim gibi kapısına gidemiyordum. Gidemediğim gibi Nuşen’in de benim yerime görüp haber getirmesini isteyemiyordum. Zühre’yle aramdaki tek bağlantı bir telefondu artık. O telefon da açılmadıkça sıkıntı basıyordu.

Görüşmeyeli çok olmuştu. Taşındıkları gün selametle vardıklarını görmek için Baver’le peşlerinden geldiğimizden yolu biliyordum. Bu yolu bu kez yalnız geliyordum. Baver’i amcamın yanına koyup öğle vakti dışarıda işim olduğunu bahane edip düşmüştüm yola. Akşamüzeri varacaktım oraya. Varana dek hiç değilse iyi olduğunu duymak için birkaç kez daha aramıştım. Açmamıştı yine. Mazot almak için durduğum ilk istasyonda bir umut görür diye mesaj atmıştım. “Bir saate oradayım Zühre. Kapıya çık, iyi olduğunu göreyim.”

Mesajı göreceğine umudum yoktu. Mazotun parasını ödediğim gibi arabaya binmiştim. Daha el frenini indirmeden mesaj sesi doldurdu aracın içini. Hemen baktım. Tek bir kelime bile olsa cevap gelmişti Zühre’den. “Gelme.”

Onca aramamı görmemiş, mesajımı mı görmüştü? Vereceği tek cevabı da gelmemem miydi?

Bir sinir beni kuşatırken cevap yazmak yerine defalarca aradığım numarayı aradım. Uzun uzun çaldı. Artık açılmaz sandığım anda nihayet arama sesi kesildi, yerini bir nefes aldı. “Mem?”

Duyduğum naif sesle sinirim söylemek üzere olduğum bir sözü unutuşum gibi buhar olup uçtu. Yerini şükürdar bir özlem aldı. “Zühre.” 

Derin bir nefes alıp verdiğini duydum. Anladım. Onun da özlediğini anladım. Özlediyse neden mesaj bile atmamıştı. “Beni öldürecek misin Zühre? Amacın bu mu? Kaç gündür telefona bakmak bir kez olsun aklına gelmedi mi? Kafayı yedirteceksin sen bana?”

“Mem, sen neredesin?”

“Yoldayım,” dedim el frenini indirip verdiğim gazla yola geri çıkarken. “Asıl sen neredesin? Nuşen de ulaşamamış sana.”

“Memet, dur, gelme boşa.”

Taşlı yolda normalden daha yavaş gittiğim yetmezmiş gibi duyduğumla da önceki sinirim tepeme çıktı. “Ne demek gelme?”

“Ev çok kalabalık Memet. Kaç gündür kalabalık vardı zaten. Yengemin annesi amcamlarda kalıyordu, biliyorsun. Ölüm halinde kadın. Tüm çocukları, torunları gelip gelip gidiyor. Çok kalabalık. Gelme.”

Telaşlı sesi hoşuma gitmemişti. “Başka ev mi yok? Niye oraya geliyorlar?”

“Kadın burada kalıyor ya. Biz sonradan geldik. Onlara da biz kalabalık geliyoruz.”

Zühre’nin benden uzakta olması zaten canıma tak etmişti. Bir de amcasının evinde sığıntı gibi davranması iyice sinirimi bozuyordu. “Az bi yolum kaldı. Geleceğim. Amcanla şu nişan işini…”

“Hayır!” Beklemediğim itiraz çok gürdü. Sesini hemen alçalttı. “Mem sakın! Babamın… Babamın taziyesi daha bitmiş değil. Hem… Hem yengemin annesi bugün yarın öldü ölecek. Amcam geri çevirir. Bir kez geri çevirdi mi inada bindirir artık. Sakın, sakın Memet, sakın!”

Endişeli cevabıyla taşlı yolun tıkırtısı bir olup beni iyice huzursuz etmeyi başarmıştı. “Tamam. Bu defa da kalsın. Ama telefon elinde olsun. Çaldırdığımda dışarı çık. Hiç değilse iki dakika göreyim.”

“Olmaz. Evin önü adam kaynıyor. Amcam çıkmama izin vermez. Geri dön. Boşu boşuna…”

“Boşu boşuna değil Zühre. Beklerim. Gitsin misafirler. Geceye dek beklerim.”

“Mem diyorum ki… Efendim yenge? Geliyorum! Geli…” Telefonu suratıma kapadı.

Yengesine yakalanmasın diye geri arayamadım. Çekindiğimden değildi. Kötü bir şey yapmadığımızı biliyordum. Ama amcasının gözünde Zühre’nin kıymeti azalsın istemiyordum. Kir bulaşmamış sevdamıza söz de gelmesin diye sakınıyorduk. Nuşen’in dediği doğruydu bir yerde. Babamları gönderip görücü usulüyle istetmek en doğrusu olacaktı. Öbür türlü Zühre’nin amcasının yokuşa sürme ihtimali vardı.

Eve yaklaşana dek yeryüzü biraz biraz karanlığa alıştırmıştı kendini. Bir kenara park edip Zühre’yi çaldırdım. İlk çalışta açıldı telefon. “Memet geldin mi?”

“Evin önü dolu,” dedim araladığım camdan gördüğüm kadarıyla. “Çık, arka tarafa…”

“Arka taraf çocuk kaynıyor Mem. Evde boş bir oda bile yok,” derken fısıldıyordu. Fısıltısı yankılıydı. Lavaboda olmalıydı. “Ne diye bunca yolu geldin ki? Ben ortalık sakinleyince arayacaktım.”

“Dayanamadım Zühre. Bir mesaj atmak bile aklına gelmedi mi?”

“Mesaj hakkımı bitirmişti Esme. Bugün zor bela çarşıya inip yüklettim. Onda bile amcam yanıma kızlarını dikti. Hiç yalnız kalamadım ki.”

Birkaç günde haddinden fazla endişelenen bendim. Yine de kızmak istiyordum. Bir gün bile Zühre’den habersiz kalmamak için kızmak istiyordum. Ama onu üzmektense sinirimi yutasım geliyordu. “İyi olduğunu göreyim Zühre. Başka bir şey istemiyorum.”

“Ben iyiyim, Mem. Ne diye…” derken duraksadı. “Dolu!” diye bağırdı. “Tuvalette bile rahat yok mu? Çıkıyorum!” Evin kalabalığı bahçenin ön kısmında sigara tüttüren adamlardan belliydi. O kalabalığı içinde bir yerde Zühre’nin olduğunu bilmek hoşuma gitmiyordu. “Mem… Arayacağım.”

Kapanan telefonla ardıma yaslanıp bekledim. Esme elinde bir tepsi çayla çıktı bahçeye. Amcası hemen tepsiyi elinden alıp azarlayarak içeri gönderdi. Büyüklere çayı kendi dağıttı.

Aklımda bir fikir dolanıyordu. Ansızın Zühre’nin amcasına niyetimi açıklayıp, evden Zühre’nin ailesini alıp çıkmak. Epey uçuk bir fikirdi. Komik geliyordu. Yine de mantığa yatırabilsem yapmak isteyeceğim bir fikirdi.

Beklerken nihayet telefonuma arama düştü. “Mem çıkamıyorum.” Zühre fısıldıyordu yine.

“Bakkala diye çık Zühre.”

“Burada pek çıkmıyorum dışarı. Çıkınca da amcam tek göndermiyor zaten.”

Buraya kadar gelmişken görmeden gitmeyi yediremiyorum kendime. “Hangi odadasın? Perdeyi arala. Göreyim Zühre. Yüzünü göreyim bari. İçim rahat etsin.”

“Mem…” derken kısık sesindeki cılız itirazı onun da isteğini ele vermekteydi. “Dur mutfağı boşaltmaya çalışacağım bi.” Yine kapandı telefon. Parmaklarım direksiyon üzerinde cılız bir ritme tutuldu. Bekledim. Birkaç dakika geçti geçmedi yine aradı. “Mem yok. Her yer kadın dolu.” İsyankardı. O da beni görmek istiyordu.

“Hadi Zühre. Bul bir çare. Bu seni son görüşüm olacak belki.” Amacım vicdanına dokunmaktı. Aslında üzülmesin diye birkaç gün sonra söyleyeceğime bahane olarak sığındım. “Teslim olacağım asker ocağına. Hatırımda yüzün taze olmasın mı?”

“Mem,” diye dile geldi bir telaş. “Hani ertelemiştin? Devran abi yokken ailenin başından ayrılmayacaktın? Hani daha gitmeyecektin? Ne oldu birden? O gelmeden gitmeyecektin Memet. Niye?”

Başımı koltuğa yasladım gülümserken. “Daha fazla ertelenmiyormuş. Asker kaçağı sayılacağım. Bileğim kelepçeli götürmelerini mi isterdin?”

“Allah korusun. Hiç değilse bir senecik daha…”

“Öylesi olmaz Zühre. Seni göreyim. Şirketi kardeşlerime bırakıp, teslim olacağım. Telefonlarımı açsaydın gitmeden seni görmek için vakit ayarlayacaktım.” Neredeyse hafif bir azara tutmaktım. Nefes alışverişlerinin hızlanışından ağlamak üzere olduğunu sezince geri vazgeçtim. Kıyamadım. “Biraz daha bekletsem Baver’le bir yapacağım askerliği. Ben onu Komutanın önündeyiz demeden döverim Zühre, biliyorsun. Teskereyi yaktırır bana. Böylesi daha iyi değil mi?” Bir parça gülmesini umuyordum. Gülmüyordu. “Ağlıyor musun Zühre?”

“I-ıı.”

“Ağlıyorsun. Duyuyorum.”

Burnunu çekti. Arabadan inip etrafı kolaçan ettim. Kalabalığın gözüne batmadan eve ne kadar yaklaşabilirsem yaklaştım. Camdan pencereden gören olmadığına emin olup sanki komşularına gelmişim gibi bir tavırla o tarafa attım adımlarımı. “Mutfak yola doğru bakan taraf mıydı?”

“Evet,” derken çocuk gibi mırıltılıydı sesi. “Mutfağın orada mısın ki?”

Komşu evin boyası atmış duvarına dayadım sırtımı. Mutfağın olduğu tarafı bulmuştum. “Arala perdeyi. Beni göreceksin.”

Dünya giderek kararıyordu. Akşam olmaktaydı. Karanlığa kalacağım anda akşam güneşi kıyamadı bana. Batmak üzereyken göğü aldatıcı bir aydınlığa boyadı. Vakti bilmesem gün doğacak sanıp umutlanacaktım. O umutla Zühre’nin kapısını tıklatacaktım.

Perde hafifçe oynadı. Akşam güneşi gitmekteyken, benim Akşam Güneşim göründü. Araladığı bir perdenin ardında günün en sıcak rengiyle ısınmış kahveleriyle baktı bana. Günlerin stresi, yorgunluğu omuzlarımdan tutup bastıracaktı beni. Onlara inat sırtımı duvardan çekip dikleştim. “Nihayet. Çek perdeyi önünden. Tam göreyim seni.”

Gözünün sıcağına yakışmayan ıslaklıklar çevrelemişti harelerini. Kaşını yukarı aşağı indirdi. Yarım görünen suratına birkaç damla yaş peş peşe süründü. Örtüsünün altına gizlediği telefonla beni duyduğunu anladım. Mutfakta birileri olmalıydı, o konuşamıyordu. Sadece bakıyordu bana. Hüzünlü bir özlemle bakıyordu.

“Ağlama,” dedim ne diyeceğimi bilemediğimden. “Ağlama, silemiyorum göz yaşlarını. Gözümün önünde böyle içli ağlama.”

Gözünü kapatıp açtı. Tek eliyle sildi yüzündeki ıslaklıkları.

“Böyle işte. Ağlaman öyle manasız ki Zühre. Herkes gibi ben de gidip görevimi yapıp geleceğim. Buna ağlanır mı?”

Sırf vicdan yapıp şartları zorlasın da yüzünü göreyim diye söylemiştim. Teslim olacağım güne dek üzülmesin diye saklayacaktım. Keşke mümkün olandan fazlasında gözüm olmasaydı da ağlamasına sebep olmasaydım.

“Ağlama Zühre’m. Ağlarsan gidemem.”

Elini yanaklarına vurup sildi yaşları yine. Ne dediysem ağlamayı kesmedi. Birileri yanına geldikçe örtüsüne sürdü gözünü. Kapamadı telefonu. Camın köşesine yaslanıp baktı bana. Ben konuştum ona. Sabaha dek bekleyeceğimi söyledim. Arabada yatar, yüzünü görüp, giderdim. Kaşlarını kaldırıp indirdi, kabul etmedi. Amcasından çekindiğini biliyordum. Zora koyamadım onu. Babamlar da aradığında mecbur yarım gördüğüm yüzüyle yetinip geldiğim yoldan geri döndüm. Zühre’siz ilk dönüşüm değildi. Ama garip bir huzursuzluktu gelip yer edindi içimde. Aklım kaldı. Zühre’den giderken aklım onunla kaldı.

Anlamış gibi mesaj attı. “Ne zaman teslim olacaksın?”

Arabayı bir yere park edip yazdım. “Üç gün sonra. Hayırdır? Beni uğurlamaya mı geleceksin yoksa?”

“Belki,” yazdı ilk. Ekledi sonra. “Belki hiç haberin olmaz, sürpriz yaparım.”

Gülümsedim. Gelmesinin imkânsız olduğunu biliyordum. Evin önüne bile çıkamamıştı veda etmeye. Kalkıp konağa kadar gelemezdi. Beni uğurlamak için şartları o kadar zorlayamazdı. Yine de kendime mukayyet olamadım. “Keşke,” yazdım. “Keşke gelebilsen.”

Bir süre arabayı durduğum yerde Zühre’nin yazdıklarını okudum. Ömründe askeriye görmemiş kızın kendime dikkat etmem için verdiği öğütleri okudum. Bazıları resmen bir çocuğa denecek sözlerdi. Güldüm. Bazılarını yazarken ağlamış olduğunu hissettim. Hâlâ ağlıyor oluşunun hüznü bozdu gülüşümü. Buruk bir gülümsemeyle döndüm konağa.

Zühre gelmemişti. Düşündüğüm gibi bir sürpriz yapamamış, beni uğurlamamıştı. Nuşen’e gelmek istediğini söylemişti hatta. Zelal’le Nuşen kalkıp Zühre için çarşı pazar gezip hediyeler bile almışlardı. Zühre gelmemişti. Ben de askere gitmiştim. O güne dek aramızdaki uzaklığın bugün üzerinden geçtiğim yollar kadar görünür olduğunu düşünmüştüm. Ama Zühre benden göremeyeceğim bir şekilde de uzaklaşmaktaymış meğer, anlayamamışım. Ben askerdeyken iyice uzak düşmüş benden. Gidişimde beni uğurlamak isteyecek olan kız dönüşümde benden ayrılmak istemişti.

Akşam Güneşim benden gitmek istemişti.

Taşlı yol bittiği gibi sürtünme sesi kesilmişti. Hozan kornaya basmayı kesmiş, sadece peşimden geliyordu artık. Zühre’nin amcasının evinin olduğu muhite az kalmıştı. Ön panelde benzinin son demlerde olduğunun işaretiyle yolun ortasında kalmamak için benzinliğe kırdım. Hozan dönüşü son anda alıp peşimden girdi benzinliğe. Durduğu gibi amcamdan evvel indi. “Abi!”

“Geri bas! Ne peşimde dolanıyorsun?”

“Abi tedbirsiz…”

“Memet!” Amcamın sesi Hozan’ı bastırdı. Bir hışım yanıma kadar geldi. “Amcanı görmüyor musun sen? Ben ardındayken…”

“Amca,” diyerek araya girmek istedim.

“Dinle!” diye bağırdı sinirle. Benzinliğin içinden çıkacak çalışan çocuk tereddütte kalıp yanımıza yaklaşmadı. “Giden gitmiş, dön evine otur mu diyeceğim de beni dinlemeden yola koyuluyorsun? Ha?!”

Hozan’a baktım yan gözle. Amcamı peşine takıp buraya dek gelmesini isteseydim ona bunu söylerdim.

“Ben dedim peşine düşmesini. Bakma çocuğa.”

Biraz ötede kavga çıkıp çıkmayacağından emin olmayan çocuğa başımla benzin doldurmasını işaret ettim. O işine bakarken döndüm amcama. “Siz buradan dönün amca. Ben oğlanı alıp…”

“Nereye gideceksin?” diye sorarak böldü amcam sözümü.

“Eski evlerine bakacağım. Orada değillerse Cafer Uçar’ın kardeşinin evine bakacağım. Çakal’dan dünkü şerefsizin adresini de istedim. Oraya da bakacağım. Bulana kadar onlara ait neresi varsa bakacağım amca.”

“Hadi buldun. Ne edeceksin?”

“Alacağım.” Bu cevabı vereceğimi bile bile sormasının sebebi başkaydı. “Karşı çıkarlarsa geri durmam. Ama alırım. Ben o çocuğu alırım amca.”

Amcam sıkıntıyla sakallarını avuçlayıp aşağı çekti. “Bir yandan Zoranbeg’e savaş açarsın Memet. Bir yandan Rojxani içinde bela ararsın. Sen böyle değildin oğlum. Sen önce aklını kullanır sonra davranırdın.”

“Amca gözünü seveyim bana durup dururken olay çıkartıyormuşum gibi konuşma. Biz bunları adam saydık evimize soktuk. Dertlerini dinledik, oğullarının canı için dil döktük. Bunlar evimizden oğul çaldılar. Ben delirmekte haksız mıyım?”

“Değilsin elbet ama…”

“Aması yok amca. Aması yok artık. Kendi ölüm fermanlarını kendileri imzaladılar dün gece. Bitti! Bundan sonrası yok.”

Amcam benim kadar öfkelenmişti karşımda. “Ölüm fermanı ne Memet? Sen kendinde misin şimdi? Gözlerin Devran gibi bakmakta. Kendine gel!” Elini omzuma doğru vurdu. “Ben konuşacağım Memet. Gidip Cafer’le abim adına ben konuşacağım. Öyle alacaksın oğlanı. Silah çekmek yok. Anladın mı?!”

Cevap vermedim. Amcam elbet babamın tembihlediği büyüklüğü etmek isteyecekti. Ama ben karımın olduğu odaya girmiş olan adama bir nefes daha vermeyecektim. 

Amcamın yanından ayrılıp benzinin parasını ödedim. Amcam onu tekrar geride bırakmamdan endişeleniyor olacak hemen arabamın ön koltuğuna kurulmuştu.

Hozan sinirimin farkında, bana çok yaklaşmadan konuşuyordu olduğu yerden. “Abi yalnız gitmek olmaz. Ben Çakal’ı arayıp dolu gelmesini söyleyeceğim.”

Tüm sinirimi neredeyse üzerinde boşaltacaktım. “Sen hiçbir yere gelmiyorsun. Eve git! Başlarında dur kızların.”

“Abi sizi bırakıp nasıl…”

“Min got, here malê!*(Sana eve git, dedim!)” Tane tane demiştim anlaması için. Uzatmadı. Başını salladı. Arabaya bineceğinde seslendim. “Evdekiler sakın ağlayıp, boşa telaş etmesin. Kerem’siz dönmeyeceğim. Sorarlarsa söylersin.”

Zühre sorardı. Kapıdan her girenden haber duymak için bekliyor olmalıydı. Ama ağlamaması gerekti. 

“Sorarlar abi. Söylerim, eyvallah. Ama sen de ara. Senden duymak isterler. Yengem seni bekliyordur.”

Zühre’yi arayamazdım. Ona Kerem bende değil diyemezdim. Hâlâ ulaşamamış olmama dayanamazdı.

Beklemeden arabama geçtim. Yola koyulduğum gibi amcam konuşmaya başladı. Babam hasebiyle konuştuğunu biliyordum. Ama o konuşarak benim öfkemi dindiremeyeceğini bilmiyordu.

Uçar’ların eski evine giden yoldaydık. Bu yol Zühre’nin amcasının sokağından geçmeyi gerektiriyordu. O eve son gidişim hayatımın en büyük darbesiydi. O eve son gidişlerim de bugünkü gibi bir telaştı.

“Abi yavaş!” diye bağırıyordu Baver. Civan’ın sürdüğü arabada öne oturmuş, camdan belinin yarısına kadarını çıkartmak üzere, bana sesleniyordu. Camım kapalı olmasına rağmen sesini duyuyordum. “Abi! Şu köşede dur bi kurban olayım! Abi! Sesim gelmiyor mu? Civan kornaya bassana lan!”

Karanlık çökmüştü bu defa. Yollar tenhaydı. Yolda bizden başkası yoktu.

Askerden geldiğimden beri Zühre’ye ulaşamam ile başlamıştı her şey. Yetmezmiş gibi en olmaz şeyi yazmıştı bana. Gitmeden evvel bana veda edemediği için ağlayan kız, döndüğümde veda ettiğini yazmıştı. Bu hak edilmiş bir veda değildi. Halamın evindeydim mesaj geldiğinde. İç bahçede Şiyar’lar benim için sofra kurmuştu. Asker karşılıyorlardı ya erkek erkeğeydik. Sofrayı donatmışlardı. Zühre’nin attığı mesaj, o sofrada ne varsa kursağıma dizmişti. “Kendine iyi bak Mem. Ben senden gidiyorum. Sakın bana gelme.”

Yanlış okuduğumu sanmıştım. Defalarca okudum. Hangi anlamda yazılmış olsundu ki ayrılık manasına gelmesin diye tekrar tekrar okumuştum. Olmamıştı. O masadan nasıl kalktığımı bilememiştim. Zühre’yi aradım. Aramayı reddetti. Aradığımı gördü, reddetti. Ne kadar arasam, o kadar reddetti. Sonra bir mesaj daha. “Arama Memet. Yalvarırım artık arama.”

Ne yapacağımı şaşırmıştım. Arıyordum açmıyordu. Mesaj yazacağım diyordum parmağım doğru tuşları bulmuyordu. Bir ihtimal şaka yapıyor diyeceğim, diyemiyordum. Benim Zühre’m döndüm diye sevinçten ağlıyor olacak biriydi. Ağlarken gülüyor olacaktı. Nuşen’e gizli gizli yazıp halimi sormalıydı. Benim akşam güneşim öyle bir Zühre’ydi.

Bu mesajlar neyin nesiydi?

Baver sofraya dönmedim diye peşimden gelmişti. “Abi hayırdır?”

“Hayır değil gibi.”

“Nasıl?”

Zühre’yi bir defa daha aradığımda telefonu kapalıydı. Aramalarımı reddetmekten usanmıştı. Zühre’nin bu hallerine alışkın değildim. “Anahtarını ver.” Baver’in arabasıyla gelmiştik. Eve kadar yürüyüp kendi arabamı alacak sabrım yoktu. “Bakma suratıma aval aval. Arabanın anahtarını ver!”

Elini cebine atıp karıştırırken sorgulamaya devam ediyordu kardeşim. “Abi birine mi bir şey olmuş? Nedir?”

Anahtarı elinden kaptım. “Yarın da şirketi sen aç! Akşama ancak dönerim.”

Baver’in arabasının kapısını açıp bindim. Çakal hemen dibimde bitti. Kapıyı kapatmama izin vermedi. “Nereye gidiyorsun abi? Zühre’ye mi…”

“İşine bak!” Kapıyı sertçe çekip kapadım.

Baver öbür tarafa dolandığında benimle gelmeye çalışacağını anlamış, kapıları kitlemiştim. O sinirle gazladığımda peşimden Civan’la geleceğini hesaba katamamıştım. Boş yolda Civan kornaya basarak yamacıma yaklaşırken, Baver camdan sarkıp bana sesleniyordu şimdi. Dursam ikisinin de ağzını yüzünü dağıtıp geri gönderecektim. Dursam ikisinden de kurtulacaktım. Duramıyordum. Elimde Zühre’nin mesaj sayfası açıktı. Yazdığı son mesaj; “Hoşça kal.”

Ben artık duramazdım. Ben artık başka bir yere bile gidemezdim. Zühre’den başka kimseye gidemezdim.

Akşam güneşinin mavi gökyüzünü en güzel renklere bulayıp aldatışının üzerinden çok geçmişti. Karanlık çoktan çökmüştü. Işıksız yollar giderek ıssızlaştığında nihayet Civan kornaya basmayı kesmiş, Baver içeri girmişti. Peşimi bırakmıyorlarsa da usluca takip ediyorlardı artık. Baver’in attığı bir mesaj düştü ekranıma. “Zühre’ye gidiyorsun abi. Ona mı bir şey oldu? Arıyorum, aç.”

Zühre’ye bir şey olmuş olmalıydı. Benim Zühre’m durup dururken böyle bir şey yazmazdı. Belki yazan Zühre bile değildi. Telefonunu arada Esme kullanıyordu. Onun yazması imkansızdı. O imkânsızlık Zühre’nin bana veda ediyor olmasından daha inandırıcıydı.

Saatler geçti yolda. O saatler içimdeki kuruntuyu azaltmadı. Öfkemi dindirmedi. Yorgunluğuma yorgunluk ekledi. Askerden döndüğümden beri doğru dürüst dinlenememiştim bile. Zühre’nin sesini duyamamıştım ki nasıl dinleneyim?

Amcasının evinin önüne vardığımızda karanlık mahalledeki sessizlik sokakları sarmış, herkesin uykuya daldığını haber ediyordu. Vakit öyle geçti ki Zühre’nin bile uyanık olmasına ihtimal vermiyordum. Evin önünde durduğum gibi mesaj attım. “Pencereye çık.”

Arabadan indiğim gibi Baver’le Civan önümü kapatmıştı. Hep bir ağızdan ne olduğunu sordular. Gözüm Zühre’nin ışıksız evindeki kapalı perdeli camındaydı. “Çekilin yolumdan. Sorun neymiş, öğrenip geleceğim.”

Çakal’ı Civan kolundan tutup yolumdan çekti. Ben Zühre’nin camına ilerledim. Onlarsa dikkat çekmemek için olsa gerek duvarın köşesinden dolanıp bahçenin öbür tarafına geçtiler. Aslında bana gözcülük edeceklerini anlamam zor olmadı. Karanlıktan aldığım güvenle Zühre’nin camına dek ilerledim. Perde kıpırdandı ilk. Açılacak sandım. Duraksamıştı. Bekledim.

Nihayet aralandı perde. Göründü Zühre. Pencereyi açmadı. Dudakları kıpırdandı. “Git,” dediğini anladım.

“Ne demek git? Ne saçmalıyorsun sen sabahtan beri? Derdin ne? Aç camı, anlat ne istediğini. Anlat ne olduğunu. Sorun ne? Sen ne yapmaya çalışmaktasın Zühre? Duyuyor musun beni? Aç şu camı.”

Bir kez daha kıpırdandı dudakları. “Git,” dedi. “Ne olursun git.”

Bir sinirle elimi cama yasladığımda irkildi. Dudaklarını aldı dişlerinin arasına, sıktı.

“Git deme! Ben buradayım! Sana geldim Zühre. Senin için geldim işte. Aç camı!” O da konuşuyordu. Sesini duyamıyordum. Dişlerinin hezimetinden çıkmış dudaklarına kan dolmuştu. Acı çeker gibi oynaşıyorlardı, anlamıyordum. Ulaşamıyordu sözlerimiz birbirimize, anladım. Biz birbirimize ulaşamıyorduk.

Ancak bir kelimeyi tanıyordum. “Git.” Her git deyişinde daha çok sinirleniyordum.

“Şu kelimeyi kullanma! Gebertmek mi istiyorsun beni? Amacın ne senin? Bugün döndüm ben Zühre! Bitti. Askerlik de bitti. Babanın taziyesi de bitti. Seni istememin önündeki tüm bahaneler tükendi Zühre. Yapma! Şimdi yapma böyle!”

Anlamıyordu beni. Aynı kelimeyi nefret etmemi ister gibi tekrar tekrar söylüyordu. O git dedikçe çıldıracağımı hissediyordum.

Zühre git dedikçe nefret ediyordum. Güneşi sönmek üzere gözlerine baktıkça kıyamıyor, yine seviyordum. Çekip de gidemiyordum. Zühre camı açmadıkça nefret ediyor, çehresi hüzne bulandıkça yine kıyamıyor, yine seviyordum. Nefret ettikçe seviyor, sevdikçe git demesinden nefret ediyordum.

Ne kadar kızsam, ne kadar bıksam, ne kadar yorulsam… Gidemiyorum işte senden. Sen nasıl git diyorsun bana?

“Gitmeyeceğim. Çık dışarı, konuşacağız! Hatta aç şu kapıyı amcanla konuşayım. Bitsin bu çile. Bitsin yaptığın saçmalık. Aç kapıyı! Ben yokken ne olmuşsa zehirlenmiş aklın. Gitmekle zehirlenecek misin Zühre? İzin vermeyeceğim. Aç şunu!” Anlamıyor muydu beni? Kapıyı işaret ettim. “Aç! Aç kapıyı Zühre! Aç!”

Baver köşeden baktı bana. “Abi ev halkı uyanacak. Bağırma. Kurban olayım neyin kavgası bu?”

Bakmadım Baver’e. Zühre’den başkasını görmüyordu gözlerim. Göz yaşının tuzunu emmekten şişmiş dudaklarından başka anlamak istediğim yoktu. Bir kelimeden başkasını anlayamıyordum. “Git,” diyordu yine. Tekrar tekrar. Nefret ettirircesine.

Alnımı yasladım aramıza duvar olmuş birkaç santim cama. Kapadım gözlerimi bu anlamsızlığa.

“Anlamıyor musun beni Zühre? Duymuyorsun, tamam ama ne istediğimi de anlamıyor musun? Seni istediğimi hiç mi anlamıyorsun? Güçten düşüyorum karşında. Gülen yüzünle takat olacaktın sen bana. Güçsüz düşüyorum karşında. Hiç mi acımıyorsun?” Kapamama rağmen dindiremedim birkaç damla yaş aktı gözlerimden. Elimi cama koydum. “Sadece uğrunda ağlamıyorum, karşında ağlıyorum Zühre. Bunu da mı görmüyorsun?” Kaldırdım elimi. İndirdim cama. “Bu kadar yakınındayken nasıl duymuyorsun? Gözlerinin önündeyim Zühre. Nasıl açmıyorsun bana kapıyı?” Bir kez daha kaldırdığım elimi indirdim cama. “Aç şunu. Bu kadar zalim olma. Saçmalıyorum de kızmayacağım. Aklını yitirdin, gerçek değil de, sorgulamayacağım. Ama git deme.” Son kez cama vurdum. “Şimdi sana bakacağım. Beni duymuş ol. Beni görmüş ol. Aç kapıyı Zühre. Gel yanıma.” Gözlerimi açtım. Ona onu ne kadar sevdiğimi söyleyecektim şimdi. Baver, Civan durmuş bana bakıyor demeden, ben Zühre’ye onu sevdiğimi söyleyecektim.

Bir ışıltı kör etti gözümü. Karanlık kör eder sanırdım o güne dek. Tüm karanlığın içinde Zühre’nin sağ yüzük parmağında bir yüzüğün ışıltısı alaşağı etti beni. Kelimelerim yıkıldı ağzımın içinde. Kursağıma dizildiler tane tane. Zühre’yi buldu gözlerim.

Ben Zühre’ye yüzük göndermemiştim. Parmağına taktığı neydi?

Dudakları kıpırdandı çaresiz bir serzeniş eşliğinde. Anlamak için kitlendim ona. “Ben…” dedi. Hüzünle kıvrandı dudakları. “…nişanlandım…” dedi en anlamsız şekilde. En son en tanıdığım seslenişi için düzleşti dudakları. “…Mem.”

‘Ben nişanlandım Mem.’

İnanamadım. Başka bir şey demiş olmalıydı. Benden gelmemiş bir yüzüğü parmağına takıp, saçma sapan bir vedayla, bana nişanlandığını söyleyecek değildi. Başka bir şey demişti. Başka bir şey demeliydi. Bekliyordum işte. Tek kelime etmeden. Nefes bile almadan, bekliyordum karşısında. Başka bir şey demek zorundaydı. Diyecekti.

Demedi.

Elimi cama vurdum kendine gelmesi için. Titredi baştan aşağı. Kapadı gözlerini. “Zühre!” diye bağırdım. “Hayır, hayır, hayır! Aç gözlerini.” Görmüyordu beni. Anlamayacaktı. “Açacaksın gözlerini!” Cama vurdum peş peşe. “Zühre aç! Gözlerini aç! Camı aç! Kapıyı aç! Zühre!”

Açmadı. Açmadı. Açmadı.

Vurdum cama. Vurdum. Vurdum.

“Zühre! İnkâr edeceksin! Açacaksın o gözlerini!”

“Abi!” – “Memet abi!” Baver’le Civan bana sesleniyorlardı.

Onları duymuyordum. Zühre de beni duymuyordu. Artık kim kimi duyacaktı, umurumda değildi.

Benim sevdiğim kızın parmağına başka birine ait yüzüğü takmışlardı. Kimse umurumda değildi.

Cama tüm kuvvetimle vurdum fark etsin diye. “Çekil! Camın ardından çekil Zühre! Kıracağım, çekil! Ya aç ya çekil ardından! Zühre!”

Zühre gözünü açmadan perdeyi çekmişti. “Hayır! Hayır! Açacaksın! Böyle yapmayacaksın Zühre! Aç şunu!”

Baver camla arama girip beni geriye itmeye çalıştı. “Abi! İnsanlar uyanıyor. Allah aşkına!”

“Uyansınlar! Zühre’nin parmağına yüzük takmışlar lan! Uyanacaklar! Açacaklar bana kapıyı! Aça…”

Baver elini ağzıma basıp susturmaya çalışırken Civan’dan yardım istedi. Civan iki kolumdan tutup geriye çekerken Baver beni geriye itekliyordu. Evin ışıkları yanarken bahçeden çıkarttılar. “Bırakın! Bırakın lan beni! Bırak!”

“Kurban olayım dur!” diye bağırdı Baver arabanın ardına itelerken. “Sabah olsun doğrusunu öğrenelim. Böyle olmaz.”

“Yüzük,” dedim nefes nefese. “Yüzük takmışlar! Başlatma lan doğrusundan! Zühre’ye yüzük takmışlar Çakal!”

“Sabah olsun sana da alalım abi. Sen de takarsın. Yüzük dediğin nedir ki? Sen sakin…”

Civan’dan kolumu kurtardığım gibi Baver’in çenesini tutup sıktım. “Sikerim yüzüğü! Siz neredeydiniz?” Geriye doğru püskürttüm. “Kim bu it? Kim lan Zühre’ye yüzük takabilen orospu çocuğu? Nasıl bakıyorsunuz emanete?”

Baver elini çenesine koyarak sıvazlarken sağa sola baktı. “Buluruz abi. Önce bir doğrusunu öğrenelim işin. Sıçtığı bokun rengine kadar buluruz. Elalem sesimize toplaşmadan şu arabaya bir binelim de.”

Zühre’nin amcası evin kapısını açtığında o tarafa adım atacak oldum. Civan çıktı yoluma. “Abi Baver haklı. Kız seni seviyorsa zorla takmışlardır yüzüğü. Şimdi gitsen kızı daha da zora sokmaz mısın?” Git demişti Zühre defalarca. Korktuğu için miydi?

“Abi bi arabaya binelim hele. Zühre’nin aldığı nefesi bilir Nuşen. Bi Nuşen’le konuşalım. Şu amca bozuntusu evden çıkınca da Zühre’yle konuşuruz. Gözünü seveyim halledemeyeceğim şey yok. Bi arabaya bin.”

Civan, Berzan’ın arabasını getirmişti. Kapısını açtı. Başımı eğip bindim. Kapıyı çekip gözümü Zühre’nin kapısına diktim.

Bekledim. Gün doğdu. Birileri geldi gitti. Zühre’nin annesiyle Esme gelenlerle çıktı. Kuzenleriyle yengesi bahçeye çıktı. Amcası işe gitti. Bir Zühre görünmedi o kalabalığın içinde. Perdesini bile açmadı. Bekledim. 

Civan’ı şafak attığında zorla göndermiştim. Baver’e de git demiştim. Arabadan bile atmıştım ama yapışmıştı. Uğraşacak gücüm yoktu. Akşama dek bekledim. Zühre’ye yazdım. Dışarıda olduğumu yazdım. Aradım. Kapalıydı, çalmadı.

“Abi dönelim,” dedi Çakal. “Sen bi Nuşen’le konuş. Ben etrafa bakınayım. Neymiş, ne değilmiş, öğrenelim.”

“Sen git,” dedim kısaca.

“Abi, babamlar soracak seni. Millet eve seni görmeye gelmiş. Askerden geldin. Nasıl geçiştireceğiz hepsini birden. Babamlara görünüp, geri geliriz.”

“Baver,” dedim düz bir sesle. “Git.” Ağzımdan çıkan kelimeden nefret ettim. Nefret ettirdi Zühre. Daha da git diyemedim.

Babamlar arayınca mecbur geri döndük. Konağın kapısında Nuşen dolanıyordu. Şoför Ferhat elinde bir bezle arabamın aynasını silerken, Nuşen bana doğru koştu. “Abi!” Dibimde nefes nefese durdu. “Civan’ın dediği…”

“İçeri geç,” dedim. Zühre uluorta konuşulacak bir şey değildi. Doğrudan oturma odasına geçtim. Nuşen’le Baver de peşimden gelmiş, kapıyı örtmüşlerdi.

“Abi,” diye söze Nuşen girdi. “Abi doğru olamaz. Zühre’nin senden başkasını sevmediğine ben şahidim.” Baver’e baktı inandırmak ister gibi. “Etimle kemiğimle ruhumla şahidim hem de. Biz daha sevmek ne bilmezken bu kızın gözü Memet abiden başkasını görmüyordu. Yemin ederim ki.”

“Yüzük,” dedim Nuşen’e. Sorguladığım Zühre’nin beni sevip sevmediği değildi. Sevdiğini biliyordum. “O yüzük ne? Bana bunun hesabını verin!”

“Amcası zorla takmış olabilir mi Nuşen?” diye sorarak açıklamaya çalıştı Baver. “Zühre o yüzüğü kabul etmez, hemfikiriz. O zaman işin içinde bir şey var demektir. Değil mi abicim? Sen Zühre’nin her şeyini bilirsin.”

“Bilirim,” dedi Nuşen huzursuz bir sesle. “Normalde her şeyi bilirim ama son zamanlarda benim de bilmediklerim var. O yüzden…”

“Son zamanlarda ne?” diye kestim sözünü. Bir adım attım Nuşen’e doğru. “Neyi bilmiyorsun? Siz her gün bu kızla konuşmadınız mı? Neyi bilemeyebilirsin Nuşen?!”

Sona doğru sesim yükseldiğinde Nuşen şaşkınlıktan suskunlaşmıştı. Baver kolunu önüme atmıştı. Sanki o kol olmasa Nuşen’in üstüne yürümeye devam edecek, ona vuracaktım. O derece kontrolü kaybedecek gibi mi duruyordum?

Bir adım geri çekildim. Nuşen kısık sesle konuştu. “Benim telefonum yok bir süredir. Damdan düştü. Yenisini almadılar.” Yutkundu. “Ev telefonundan aradım ben Zühre’yi. Bazen açmadılar. Bazen Esme açtı. Ablam şurada, burada, gelince aratacağım, dedi. Bazen onlar aradığında annemle yengem denk gelmişler. Zühre konuşmuş annemle. Bizi sormuşlar falan. Her şey normal, dedi annem. Ama biz hiç denk gelemedik. Ben hani sen gelince belki birlikte yanına gideriz diye…”

“Neden demedin Nuşen?” derken sesimi özellikle sabit tutmaya çalışmıştım onu kırmamak için. “Neden arayıp evi sorduğumda hiç konuşmadığınızı söylemedin?”

“Bir şey olsa annem…”

“Sen Nuşen,” dedim kendimi sıkarak. “Sen niye Zühre’nin sesini duyana dek aramadın?”

Yutkundu. “A-radım. Aradım. Hiç denk gelemedik. Ben normal sandım.”

Nuşen’e konuşmaya devam etsem ya sakin kalmak için dişlerimi kıracaktım ya da sözlerimle onun kalbini kıracaktım. Çakal’a döndüm. “Hiç bakmadın mı Zühre’ye? Sana en ufak bir sorunda gideceksin demedim?”

“Sorun yoktu abi. Bana…”

“Nuşen ulaşamıyormuş? Bu sorun değil miydi?!” Baver bundan haberi olmadığına dair bir şeyler diyecekken yakasından tuttum. “O çakal kafan her boka basmıyor muydu? Zühre’yi mi atladın lan sen?”

Sus pus oldu. Konuşsun istedim. Bir şeyler desin de ağzını yüzünü kırayım istedim. Bıraktım yakasını en sonunda. “Bul o iti. Kim Zühre’nin evine girip çıkmışsa bulacaksın. O yüzüğü parmağına kim, nasıl takmış, öğreneceksin!”

Şaşkınlıkla alınan bir nefes sesi ulaştı kulağıma. Sesin geldiği tarafa çevirdik kafamızı hepimiz birden. Kalın güneşliklerle kanepe arasında bir yerden gelmişti ses. Baver güneşliği çektiğinde Zelal ve ağzını kapalı tutmaya çalıştığı Xezal birlikte ayan olmuştu. Baver yakalarından tutup çıkarttı saklandıkları yerden. “Ne işiniz var kızım sizin burada? Laf mı dinliyorsunuz?”

“Zühre abla nişanlanmış mı?” sorusu Zelal’den gelmişti. Orada saklanmış olması normalmiş gibi duyduğunu sorguluyordu. 

Çocuklarla uğraşacak takatim yoktu. “Çıkın dışarı!”

“Yalandır,” dedi Zelal kendinden emin şekilde. “Ben de bazen annemin yüzüğünü takıyorum ya. O da takmışsa yanlış…”

“Zelal çıkın, dedim!” diye bağırdım dayanamayıp. “Nuşen çıkar şunları.”

Zelal onu kovduğum için alındığını belli etmek için ayalarını yere sertçe vurarak çıkarken yerlerini ifşa eden Xezal hâlâ şaşkınlıkla bize bakıyordu. Nuşen tuttu kolundan. “Abimin sinirini görmüyor musun? Çıksana Xezal.”

Xezal kıpırdayacak gibi değildi. Bir an… Bir an bir şey biliyor olduğunu düşünecek oldum. Ona çevirdim bakışlarımı. Sadece korkmuş şekilde bakıyordu. Konuşmak istiyor değildi. Korktuğu için çıkamıyordu. Zaten Xezal ne bilecekti?

Odada daha fazla kalamadım. Ben çıktım. Babamların yanında bastırılmış bir öfkeyle dayanmaya çalıştım. Sonunda Baver haber getirdi. Çıktım konaktan.

İshak. İshak Uçar. 

Benim Zühre’me yüzük takmaya cüret ederek beni delirten adamın adı buydu. Bizim aşirettendi. Rojxani’dendi. Benim aşiretimden biri, benim olana göz dikmişti.

Bir anı silsilesinden koptum. Arabayı Zühre’nin amcasının sokağına sokmadım aklım daha fazla bulanmasın diye. Doğrudan Uçar’ların eski evinden tarafa çevirdim.

“Suskunsun Mem. Ne düşünmektesin?”

Amcama bakmadan cevapladım. “Uçar’ları. Onlarda eskiye gömdüğüm ne varsa, onları düşünüyorum amca.”

Zühre’nin amcasının evine son gelişimin olduğu gündü. Zühre uğruna yola düşüp, bu evden onsuz son ayrılışım olacağını bilmeden gelişimdi. Bu defa Baver önde, Nuşen arkada oturuyordu. Zühre’ye ben oraya varana dek her nasıl yapıyorsa yapsın evden çıkmanın yolunu bulmasını yoksa bu defa kapıyı kırmak pahasına o eve gireceğimi yazdım. Beni şaşırttı, cevap verdi. Buluşmak için bir yer ayarlayacağını söylemişti. Konuşmak istiyormuş. 

Bir ihtimal amcasının zoruyla o gün öyle konuştuğunu söylemesini bekliyordum. İshak Uçar’a bunun bedelini ödetecektim zaten. Amcasını da o kefeye koyardım. Biterdi bu çile. Zühre’yle konuşsam biter sanıyordum. 

Esme ve amca kızlarıyla evden çıktı Zühre nihayet. Onlar yürüyerek caddeye çıktılar. Biz arabayla peşlerinden gidiyorduk. Nuşen inip Zühre’nin yanına gitmek istiyor, Baver bırakmıyordu. Uzun bir yürüyüşten sonra türbe benzeri bir yere girdiler. Kalabalıktı. Daha önce gelmediğim bu türbenin kime ait olduğunu bilmiyordum, bakmadım. Önce çarşı kısmına girdiler. Baver arabanın orada kaldı, içeri girmedi. 

“Abi ben denk gelmiş gibi Esme’ye selam vereyim. Diğer kızlarla tanışır, sohbete tutarım. Siz rahat konuşun.”

Zühre bir dükkânın önünde durmuş bizden tarafa bakıyordu. Kızlar içerideydi. O girmiyor, bize bakıyordu. Bu anı daha evvel yaşamış gibi hissettim. İstanbul’dan geldiğim zamandı. Zühre beni gördüğüne öyle sevinmişti ki ağlayarak Nuşen’e sarılmıştı. Bugünse Nuşen onlara yaklaştığında Zühre kızlara bir şeyler fısıldamış, türbeye doğru uzaklaşmıştı. Nuşen’in dükkânın girişinde kızlarla buluştuğunu görmeyi bekledim. Sonra türbeye doğru gittim. 

Zühre’nin ayakkabısını kadınlar kısmının önünde gördüm. İçeri girmişti. Bekledim. Hemen çıkmayınca mesaj yazdım. “Kapının önünde bekliyorum.”

Cevap hemen geldi. “Bir duam var. Dilek çeşmesinin orada bekle. Geleceğim.”

Ayrılmadım kapının etrafından. İbadete gelen kadınlar rahatsız olmasın diye biraz öteye ilerledim sadece. Nihayet birkaç dakika sonra Zühre göründü. Yüzü gözü ağlamış gibi kızarmıştı. Ayakkabılarını giyerken burnunu çekiyordu. Beni görmedi. Çeşmenin oraya doğru ilerledi. Peşinden gittim. Çeşmenin orada durdu. Beni arar gibi dolandı gözleri. Ona yaklaşacaktım. Önümden gezmeye gelen bir kalabalık geçti. Duraksadım. 

Zühre beni göremeyince çantasını açtı. İçinden üç madeni para çıkardı. Derin bir nefes alıp dilek çeşmesine attı. Yüzünü buruşturdu. İkincisini attı. Yine memnuniyetsiz bir ifadeyle baktı. Çeşmeye doğru yaklaştığımda etrafındaki desenli kaplamanın aralığından parayı tutturmaya çalıştığını gördüm. Elinde tek bir madeni para kalmıştı. Parayı parmaklarının arasına sıkmıştı. Gözlerini kapattı. Dudaklarına götürüp öptü. Atmak için kaldırdığında gözlerini açmış, beni görmüştü. Parayı fırlattı. Kaplamanın çerçevesine çarptı para. Çeşmenin dışına düştü. Zühre’nin gözleri paranın peşinden yere düştü. O para yuvarlanıp önüme dek geldiğinde Zühre’nin gözünden damlayan bir damla yaşa bakıyordum ben. 

“Ne yapıyorsun?”

“Olmadı,” dedi kısık sesle. Gözlerini bana kaldırdı. Yorgun bir isyanla baktı. “Ne yaptıysam olmadı. Olduramadım.”

Yerden parayı aldım. Zühre’ye yaklaşırken etrafımızda tanıdık kimsenin olmadığından emin olmak için kolaçan ediyordum. Karşısında durdum. “Ne oluyor Zühre?”

“Olmuyor Mem,” dedi. Soğumuş gözlerinin önü puslanmıştı sanki. “Yapamıyorum.”

Ne dediğini anlamıyordum. Ne yaptığını anlamıyordum. Benim Zühre’m gibi değildi. Tanıyamıyordum. Çantasının kemerini sıkan eline baktım. Yüzük duruyordu. “Amcan mı taktı? Ben yokken seni zorladıklarında sustun mu Zühre? Baver’i aramak aklının ucundan bile…”

“Zorlamadılar,” dedi. Çantasını iki eliyle sıktı. “Ben istedim.”

“Sen istedin?” Doğru duymadığımı sandım. “O yüzüğü takmayı sen istedin Zühre?”

“Mem…”

“Dalga mı geçiyorsun sen benimle?” Bağırsam etrafımızdaki kim varsa durup bize bakacaktı, biliyordum. Ama bu kalabalıkta yanımızda duranlar bile dediğimizi net anlamazdı, buna güveniyordum. “Zühre ben seni bırakıp gittiğimde tek bir sorun yoktu.” Avucumdaki parayı sıktım. “Tek bir sorun yoktu lan. Gittim geldim seni bulduğum hale bak. Şu saçmalığa bak Zühre. Parmağındaki yüzük ne demek farkında mısın sen?” Gözlerini yumdu. Bu neden bu kadar sinirimi bozdu bilmiyorum. Bağırdım. “Bak bana!”

Çeşmenin etrafında kim varsa baktı bana. Zühre yavaşça araladı gözlerini. Yere bakıyordu. “Zorlaştırma Memet. Zaten zor.”

“Ne zor? Takmışsın parmağına yüzüğü. Kim tak dedi sana Zühre? Beni çıldırtmak mı amacın? Konuş bi. Açıkla olanı.”

“Kimse demedi. Ben…”

“Sen bana söz verdin!” Bir adım yaklaştım. Geriye çekildi. “Sen bana verdin sözünü Zühre. Ne dediğinin farkında mısın?”

“Küçüktük Mem.” 

“Küçüktük?”

“Tanıştığımızda küçüktük,” dedi. Gözüme bakmıyordu. “Daha sevmek ne bilmiyordum. O zaman öyle bir söz verdiysem…”

“Gözüme bak.” 

Bakmadan devam etti. “Geçmişte her ne demişsem, ne yaşanmışsa…”

“Gözüme bak Zühre!” Kime konuştuğunu görmeliydi. Ne saçmaladığını o zaman fark edecekti. “Yüzüme bak da konuş.” Susmuştu. Durgundu. Bu hali hoşuma gitmemişti. Çenesinden tutup yüzüme bakması için kaldıracaktım.

Daha elimi uzattığımda bir adım geriye çekildi. “Ben nişanlıyım.”

Havada kaldı elim. Bir akşam güneşi önünde bana beni bekleyeceğinin sözünü veren kız, bugün bana başkasıyla nişanlı olduğunu söylüyordu. “Çıkart o yüzüğü.” Şaşırdı. “O yüzüğü şimdi çıkart Zühre. Çıkar, at. Yoksa delireceğim.”

“Çıkaramam.” Delirmemi istiyordu. “Aileler arasında duyuruldu. Hazırlıklar çoktan başladı.”

“O Uçar’ların ocağını tepelerine indireceğim. Hangi hazırlıklara başlamışlar göreceksin Zühre! Daha fazla saçmalamadan çıkart yüzüğü. Amcanla ben konuşacağım.”

Ürkmüş gibi toparlandı yerinde. “Sakın! Biz bittik Mem.”

“Nasıl bittik lan?!” Çeşmenin civarındaki kalabalık yenilenmemiş olsa bizim tartıştığımızı anlayacak birileri çıkacaktı. “Buradayım. Karşındayım. Sana verdiğim kararımdayım. Ne bitti Zühre? Nasıl bittik biz?”

“Ben bittim,” dedi çantasını yine sıkarken. “Sana verdiğim sözden döndüm. Ben bitirdim bizi.”

Kolundan tuttum ansızın. “Yeter! Kendine gel artık!”

Kolunu geriye çekip kurtardı benden. “Evine dön. Burada artık seni bekleyen bir şey yok. Başkasıyla nişanlıyım ben.”

“O şerefsizi geberteyim istiyorsun?” İrkildi. Göz yaşlarının ıslaklığına inat kurumuş toprak kadar sert gözlerini dikti bana. “İsteğin bu mu Zühre? O iti de amcanı da geri kalan Uçar’ları da… Hepsini üst üste dizip gebertmemi mi istiyorsun? İstediğin buysa de Zühre. Bir kez daha ben nişanlıyım de.”

Hüzün dolu bir öfkeyle öne çıktı. “Katil mi olacaksın?” İğrenç bir şey diyecek gibi buruştu yüzü. “Devran abi gibi sen de…”

“Olacağım! O herifin katili edeceksin beni.”

“Sakın!” dedi telaşla. “Onun bir suçu yok.”

Ne desem bana bakmayacak kızın gözlerinde başka bir adam için dolanan telaş canımı yakıyordu. “Sen mi benim katilim olacaksın?”

Durdu gözleri gözlerimde. “Yapma,” dedi. Yalvarır gibi dedi. “Git.”

“Sen o yüzüğü çıkarmadan gitmeyeceğim.”

“Çıkarmayacağım, git.”

O yüzüğü bana parçalatacaktı. 

“Abla!” Esme koşarak geldi yanına. Bana baktı göz ucuyla. Zühre’yi çekiştirmeye başladı. 

“Ya o yüzüğü çıkartacaksın ya beni katil edeceksin Zühre.” Zühre başını sağa sola salladı. “Budur sana son sözüm!”

Esme Zühre’yi çekiştirerek mescide götürürken Nuşen diğer kızlara veda etmiş, beni bulmuştu. Ne konuştuğumuzu sordu. Konuşabilecek kadar sakin değildim. Elimde kalan parayı bir sinir fırlattım. Zühre’nin tutturmaya çalıştığı aralıktan geçip, suya düştü. Ardını dönüp giden Zühre, bunu görmedi. 

Baver’le Nuşen’i gönderdim. Eve dönemedim. Geceyi bir otelde geçirdim. Baver benim yokluğumla ilgili bir yalan uyduracaktı, aklım orasını düşünemiyordu. O hafta boyu Zühre’ye yazıp nişanı atmasını bekledim. Zühre bana ‘Git’ yazmaktan öteye gitmedi. Uçar’ların kapısına dayanmamam için Baver Hozan’ı da alıp gelmiş, peşimden ayrılmıyordu. Uçar’ların aşirete düğün tarihini duyurduğu haberi geldi. Son damlaydı benim için. Silahımı alıp çıkmıştım otelden. İshak Uçar’ı bulacaktım. Çömlek yaptığını söylemişti Baver. Sora sora atölyesini buldum. Düğün hazırlığında olduğu için atölyeye kardeşini dikmişti. Onu bulmak için dolanmayacaktım. Evine mutlaka döneceğini bildiğimden kapısının önünde bekledim. Hozan beni vazgeçirmek için dil dökerken, Baver kan dökmek yerine Zühre’yi kaçırmayı öneriyordu. 

O gece akrabalarıyla düğün hazırlığında olan İshak Uçar evine gelmedi. Gelseydi bu dünyadaki son günü o gün olacaktı. Zühre’yi benden hiç alamayacaktı. Gelmedi. 

Baver’in sözlerini sabaha dek düşündüm arabada. Zühre’nin derdini anlamıyordum. Aklını zehirleyen ayrılığı ondan koparamıyordum. İlk parmağındaki yüzüğü söküp alacaktım. Sonra Zühre’yle konağa dönecektim. Ardımızdan kıyamet kopsa dönüp bakmayacaktım. Ama Zühre’yi bırakmayacaktım. 

“Yavaş ol yeğenim.” Amcamın uyarısıyla kırmızı ışığı takmadan geçtiğimi çok geç fark ettim. Bir karmaşanın içinden geçtim. İshak Uçar’ın evinin sokağına giriş yaptım. Kafamın içini buraya ait olmasına karşın bu güne ait olmayan anılar alıyordu peş peşe.

Zühre evden çıkmıyor, camı bile açmıyordu. Ev sürekli Uçar’la dolup taşıyor, kadın kalabalığı rahat vermiyordu. Evdeki yaşlı kadın ölmeden düğünü yapmaya çalıştıkları için vakti erkene çektiklerini, kalabalığın aslında kına için oraya toplandığını kuaförde saçını başını yaptıran kızlardan öğreniyor Hozan. 

Zühre bize kıymakta kararlı. Ben de bunu anlıyorum. 

Bana söz veren kız parmağına başka adamın yüzüğünü takmıştı. Yetmemişti. Bu gece bir de kına yakacaktı o ellere. Kan kırmızıya boyanacaktı elleri. Benim kanım olacaktı ellerine sürünen. Zühre beni kanatacaktı. Bilmiyor muydu?

Vakit ikindiye vuracaktı az sonra. Bir araba çekildi evlerinin önüne. İçinden bir genç indi. “Kim bu?”

“Efkan Uçar,” diyen Hozan’dı. “Kuafördeki kızların dediğine göre Zühre’nin kaynı ola…”

“Lan!” Hozan’a ansızın yüzümü çevirmemle bağıran Baver olmuştu. “Ezê li dev çena te bidim.*(Ağzına çenene vuracağım.) Zühre’nin bir boku da değil!”

Hozan azarı Baver’den yemişse de bana bakıyordu. “Abi şeyin kardeşi diyecektim. İshak…”

Baver ağzına elinin tersini vurdu. “Bese Ozan Efendi!* (Yeterli Ozan Efendi!) Xwedê ji te razî be(!)*(Allah senden razı olsun(!))”

Efkan denilen genç kapısı açık eve girdi. Biraz sonra kadınların zılgıt sesleri içerisinde nihayet beklediğim yüzü gördüm. Zühre yöremize ait kıyafetler içerisinde bir kolunda Esme diğerinde tanımadığım bir kızla çıktı.

Oturduğum yerde dikleştim. Evle araba arasındaki birkaç adımlık mesafede yüzü yere eğik yürüyen kızla yavaşladı zaman. 

Yakışmıştı. Kırmızısı parlak elbisesinin üzerinde kınanın elinde bırakacağı koyulukta kırmızı bir kaftan vardı. Belinde altınlardan bir kemer yapılmaya çalışılmış, kaftanın köşelerine çeyrek altınlar iğnelenirken, tam altınlar yine kırmızı olan kurdeleyle boynuna asılmıştı. Başındaki üstüne uygun örtünün ucundan sallanan altınların bir kısmı yüzüne düşmüş, eğik yüzüne dokunuyordu her bir adımda. Sevdiği renkleri buluşturmuştu. Sıcak renklerle süslemişti kendini. 

Sen mi seçtin Zühre? Akşam Güneşinin renklerini böyle güzel taşıyacağını bile bile sen mi seçtin? Başka bir adamın yanına mı oturacaksın böyle?

“Abi… İstersen gidelim.”

Hozan’ı duymadım. Zühre’nin bindirildiği arabanın peşinden ben de arabayı çalıştırdım. 

“Ayarladıkları kuaföre onlardan evvel gidebiliriz abi. Sağa sap buradan.” Baver’in dediği yerden döndüm. “Kuaförün arka tarafında çekim yapılan bir bahçesi varmış. Zühre oraya çıksın. Aklını başına getirt. Neyden, kimden korkuyormuş öğrenelim hele. Baktın olmuyor çaldırıyorsun beni. Sen Zühre’yi sırtlayıp çıkarken ben orada kim var kim yok…”

“Sus Baver.” Başım ağrıyordu. Çoktandır rahat bir uykuya tövbekar gözlerimin sancısı baş ağrısı yapıyordu. 

Baver’e göre Zühre’yi kaçırmak gerekti. Bana göre o Uçar’ı vurunca sorun kalmayacaktı. 

Kuaföre gerçekten de onlardan evvel vardık. Yandaki terzi dükkanına girdik. Hozan kendine bir şeyler bakınır gibi dolanırken Baver’le terzinin arka tarafına çıktık. Kuaförle terzi dükkanını ayıran demir çitin üzerinden atladım. Zühre’ye burada olduğumu yazıp, bekledim. 

Biraz sonra Zühre elbisesinin eteklerini tutarak arka kapıdan bir hışım çıktı. Peşinden Esme gözcülük edecek olacak, kapıyı çekip kapadı. 

“Ne demek bu Mem?” diye bağırırken nefes nefeseydi Zühre. “Bu attığın mesaj ne?”

Artık arayınca açmayan, mesajlarıma cevap vermeyen kızın dikkatini çekmek için başka bir şey yazacak akıl bırakmamıştı bende. Mesajı görüp gelmezse havaya ateş edeceğimi yazmıştım. O zaman da beni görmezden gelebilecek miydi, görecektim. 

“Senin yaptığın ne Zühre?” Yüzü bir kremin ışıltısıyla tertemiz parıldıyordu. Kırmızılar içinde koyu gözleri şimdi el değmemiş diyarlar kadar ıssızdı. Güzeldi. Olmaması gerekti. Çok güzeldi. “Bu halin ne?”

“Memet artık git n’olursun. Böyle yapma. Evleneceğimi görmüyor musun?”

“Görüyorum!” Bunu görmenin beni kahrettiğini o görmüyor muydu? “Sana n’oldu Zühre? Ne yaptım ben sana? Bunu hak edecek ne yaptım?”

Gözlerini kapayıp sıktı kendini. “Yapma. Böyle konuşma.”

“Sen yapma Zühre. Bu saçmalıktan dön. Şimdi burada dön.” Elimi kaldırıp avucumu üstte tuttum. “Tut elimi, unutacağım her şeyi. Tüm bunları ardımızda bırakacağız. Yeter ki bırak şu inadı. Tut elimi. Birlikte çıkıp gidelim.”

Elime baktı. Ona vaat ettiğim ne varsa bir avuç içine sığdırabilmişim gibi dikkatle baktı. Gözleri tereddütle oynaştı. İnanmak istiyordu sanki. İnanmak için bir şeye ihtiyacı var gibiydi. 

“Aileni ardında bırakmana gerek yok. Anneni de kardeşini de alırız yanımıza. Koca konak Zühre. Sen yeter ki gel benimle.”

Kaşları çatıldı. Ailesini götürme düşüncesi ona iyi gelmedi. “Annemle yengem var Zühre,” dedim bir dayanak olarak. Birden gözlerimi buldu gözleri. “Annen yalnız kalmaz. Annemlerle oturur kalkarlar. Kızlarla arkadaş olur Esme. Sen gelirsen her şey mümkün.” Başını sağa sola salladı. “Mümkün Zühre,” dedim tüm samimiyetimle. “İstemezsen babanın eski evini alırız. Annenler oraya geçer. Eskisi gibi olur her şey. Ailene bakarım Zühre.” Başını sallayışı hızlandı. İnanmıyordu. Ne desem yalandan ibaretti sanki. Havadaki elim indi. “Bana inanmıyor musun?”

Başını sallamayı kesti. Yüzünü ağlamaklı bir hal aldı. “Çabalama Mem. Oldurmaya çalışma. Böyle yaptıkça beni üzüyorsun. Allah aşkına…”

“Üzülüyorsun?” Sözünü kesmiştim. “Bizi oldurmak için çabaladıkça üzülüyor musun Zühre?” Sakin kalmak zordu. Damarıma damarıma basıyordu. “Sen başkası için süslenirken bana ne yaptığının farkında mısın?” Gözlerini kaçırdı. “Sen buraya ne için, kim için süslenmeye geldin Zühre?!”

Bağırdığımda irkilmişti. “Bunları konuşmaya…”

“Zühre!” Bir kez daha bağırdım. “Aklını başına al! Seni bırakmayacağım. Ne dersen de seni bırakmayacağım.” Elimi kaldırdım hızla. “Tut şimdi elimi. Buradan birlikte çıkacağız.” Başını sağa sola salladı itiraz eder gibi. “Benimle geleceksin!” Bir adım geriye gitti. “Zühre!”

Eli kuaföre giren kapıyı buldu. Açtı. “İçeride beni bekliyorlar Mem. Gitmezsem gelecekler. Gelirlerse seni görecekler.” Kapının ardında Esme göründü. Bana bakmadan içeri kaçarcasına gitti. “Seni görürlerse adım çıkacak Memet. Bana bunu yapacak mısın? Yapma. Git.”

Bir kapının eşiğindeydi Zühre. “Zühre!” dedim bir kez daha. Durmadı. “Gitme!”

Durdu. Bana döndü. Gözleri ölüydü. Bir damla ışık yoktu bakışlarını ısıtacak. Bir parça umut yoktu yanımda kalacak. “Zühre, gitme. Orada kal. Benimle kal. Gitme!”

Gözleri düştü benden. Gömülecek bir ölü gibi toprağa baktı. O toprak olup ayaklarına sarılacaktım. Bir adım atıp silkeleyecek miydi beni?

“Zühre’m. Yapma. Gitme.”

“Gideceğimi göre göre gitme deme bana Mem.”

Bir aciz gibi yalvaracaktım artık. “Ne istiyorsan yapacağımı biliyorsun Zühre. Gidersen katilim olacaksın. Gitme.”

Kapının kolunu tutup çekerken nefret ettiğim kelimeyi söyledi son kez. “Git.”

İstese dünyaları vereceğim kız, dünyamı yıkıp gitti. 

Bir kapıyı suratıma kapadı, o kapının ardında başka bir adama süslenecekti. O kapının ardında yerle bir edecekti beni. Ayağımın altında gözleri kadar kahve toprak bile kabul etmeyecekti beni. Zühre gibi acımasızdı toprak, bıraktı beni. 

Zühre bıraktı beni.

“Mem!” Amcam bağırdığında yüzümü ağır bir hareketle ona çevirdim. “Durdur arabayı!”

“Daha gelmedik amca. Duramam.”

Amcam sinirden kızarmıştı. “Önünü bile görmüyorsun oğlum sen! Kamyonun altına sokacaksın bizi! Dur bir yerde soluklan.”

Durmadım. Çok zamandır böyle yaşıyordum ben. Çok zamandır karanlıktaydım. Üç yıl kalmıştım o karanlığın altında. Şimdi Zühre benimleydi. Şimdi Zühre benim karımdı. Benim karımın odasına girmişti Uçar’lar. Benden bir kez çaldıkları yetmemiş, ikincisine yeltenmişlerdi. Bu defa geri dönmek yoktu. Bu kez Zühre için bile olsun affetmek yoktu. 

İshak Uçar’ın evinin sokağına döndüm. Amcam hemen uyardı. “Silahını çekmek yok Memet. Ben konuşacağım ilk. Anladın mı beni?”

Ne evet ne hayır demedim amcama. Ben buraya silahımı çekmeye gelmiştim. Bu eve ilk ve son gelişimde olduğu gibi bugün de silahımı çekmeye gelmiştim. 

Zühre’ye kına yakmışlardı dün gece. Elindeki benim kanımın kırmızısı olacaktı. Kına sanacaklardı. Zühre benim katilimdi bugün. Gelin sanacaklardı. Üzerine gelinlik diye ak pak bir elbise giydireceklerdi utanmadan. Ona gelinlik, bana kefen, bilmeyeceklerdi. 

Zühre’yi benim katilim eden hayat, bugün bizi eşitleyecek, beni de katil edecekti. Elimde emniyeti kapalı silahla bu yüzden bekliyordum Uçar’ların sokağında. Biraz sonra burada olacaktı düğün alayı. Kız evinden, gelini çıkartmaya gitmişlerdi. Kardeşlerim benim orada olacağımı sanıyordu. Zühre için orada olacağımı sanıyorlardı. Ben ise gelini bekleyen damadın evden çıkmasını bekliyordum. Düğün alayını karşılamak için biraz sonra İshak Uçar evden çıkacaktı.

Ben katil olmak için bekliyordum.

Sessizlik. Arabanın içinde kuvvetli bir sessizlik vardı. Üstüme binmek için fırsat kolluyordu. Benim İshak için beklediğim gibi pusuya yatmıştı. Gafil avlamayı bekliyordu. Öldürmek istiyordu. 

Beni öldürecek olanın sessizlik olmadığını biraz sonra bahçeden yükselen davul sesiyle anlamıştım. Onlardan uzakta olmama rağmen sesi bana kadar gelen davul, şen bir düğünü başlatmak için vuruluyordu. Elimdeki silahın kabzasını bıraktım. Radyonun tuşuna basıp düğünün kulaklarıma kadar vuran sesini bastırmak istedim. 

Radyodan yükselen türkünün açık yarama bastırılan acımasız bir parmak olacağını bilemedim. 

Dışarıda Zühre’nin düğünün sesi yankılanırken ben içerideki sese verdim kulağımı. Böylesi daha insaflıydı. Böylesi daha katlanılır bir ölümdü.

‘Yüce Dağlar Olmasaydı

  Laleleri Solmasaydı

  Ölüm Allah’ın Emri De

  Şu Ayrılık Olmasaydı’*

Arabanın kapısı bir anda açıldı. Silahı elime aldığımda Baver’i görmüştüm. Nefes nefeseydi. “Abi,” dedi dehşet içinde. 

“Yetiştik,” dedi peşinden varan Civan soluk soluğa. Hozan’ı tuttu kolundan. “Sakin ol, yetiştik.”

Radyoyu kapattım direkt. “Ne işiniz var lan burada?”

“Abi,” dedi Baver yutkunarak. “Bir şey yaptın sandık. Sen…” derken elimdeki silahı fark etti. Gözleri ardına dek açıldı. “Abi bana sakın…”

Boş elimle Baver’in omzuna vurdum. Öyle kuvvetli vurmuştum ki geriye sendelediğinde Civan’la Hozan’ın üzerine devrilmişti. Kapıyı çekip kilitledim. Açmak için davrandığında geç kalmıştı. “Abi!” diye cama vurmaya başladı. Hozan da ona katıldı. Civan öbür taraftan dolanmış, silahı yeni görmüştü. 

Camı beni duymaları için bir parmak araladım. “Siktirin gidin buradan!”

Baver o aralıktan sanki camı aşağı iterek açabilecekmiş gibi parmağını sokmaya çalışıyordu. “Abim. Ne yapacaksın? Al beni de içeri. Gıkım çıkmaz. Abi! Kapıyı aç bi! Karışmayacağım. Söz, uslu duracağım. Abi!”

Hozan arabanın önüne geçip kaputu kucaklayacak gibi kollarını açmıştı. “Abi! Konuşalım abi! Gel buraya konuşalım!”

Civan kapının kolunu kırmak için bir şeyler arar gibi sağa sola bakınıyordu. 

“Gidin dedim size! Hiçbiriniz burada kalmayacaksınız! Defolun gidin!”

“Abi! Ne yapacaksın?” Cama dayamıştı Baver yüzünü. “Ne yapacağını de. Birlikte yapalım. Ha abim?”

Uçar’ların evinin önü kalabalıklaşmaya başladı. Gelin alayı yaklaşıyordu demek ki. Damat çıkacaktı. 

Bekledim. Kardeşlerim bana seslenirken ben sessizce bekledim. Nihayet alkışlar tutuldu. Kalabalığın ortasında biri coşkuyla karşılandı. Yerimde dikleştim. Silahı kavradım. Baver duraksadı. Baktığım yere bakınca anladı. Cama vurmaya başladı. “Abi! Abi sakın! İshak’ı mı vuracaksın? Abi!”

Hozan kaputa vurmaya başladı. Civan yerden aldığı taşı kapının koluna indiriyor, taş elinde parçalandıkça yenisini bulmaya çalışıyordu. 

Kalabalık davulun bir halay melodisine geçişiyle ip gibi dizildi. Açılan aralıktan İshak Uçar göründü. Gülüyordu. 

İshak Uçar öyle içten gülüyordu ki sanki bugün tüm dünyalar onun olmuştu. Benim günümü geceye boğan güneş onun dünyasına doğmuştu çünkü. Beni yasa boğan gün onun düğün günüydü. 

Halaydaki gençlerin ritmine göre başını sallıyor, kendini ağır tutamıyordu. İçinde öyle bir mutluluk olmalıydı ki babasının ona baktığını gördükçe utanıyor, yine de yüzünü düzleştiremiyordu. Mutluydu. 

Benim katlim, onun düğünü; kederim, neşesiydi. Benim sebebim olacak sevdiğim, onun gelini olmaya getirilmekteydi. 

İshak Uçar benim olana göz koymuştu. Benim olanı bekliyor, damatlık hevesiyle gülümsüyordu. Onun gülen yüzü boğazıma yapışmış bir çift eldi sanki. Onu halaya zorlayıp soktuklarındaki telaşı sıkıyordu nefesimi. Ritme kapılırken bile gelin alayı için yolu gözleyen bakışları kan dolduruyordu yüzüme. 

İshak Uçar, bir akşam güneşinin battığı esnada benim sevdiğim kızı bekliyordu. 

Kavradığım silahı kaldırdım. Halayın ortasında sırtı dönük adamı aldım hedefime. Baver’le Civan bir anda Hozan’ın yanına koşup, onun gibi kollarını iki yana açmış, önümü kapatmaya çalışıyorlardı. Bağırıyorlardı. Durmam için, konuşmam için, vazgeçmem için. Düğünün sesi onları bastırıyordu.

Durmuştum. Günlerce Zühre’nin kararından dönmesi için durmuştum. Amcasının evini dağıtmadıysam Zühre’min yüzü yere eğilmesin diyeydi. Ne olmuştu?

Konuşmuştum. Günlerce mesajlar atmış, defalarca aramıştım. Ben Zühre’nin karşısına bile geçip konuşmuştum. Ne değişmişti?

Şimdi vazgeçmemi istiyorlardı. Şimdi vazgeçmem, Zühre’den geçmem demek olmayacak mıydı? 

Ben sevmiştim. Ben çok sevmiştim. Hiç kire bulanmadan, temiz sevmiştim. Beklemiştim. Çok beklemiştim. Seneleri devirmiştim. İstemiştim Zühre’yi. En toy halimden bu yana sadece onu istemiştim. Neden beni isterken gidip başkasının olacaktı?

Benim elinden bile tutmadığım kıza başkasının kolları mı sarınacaktı? Benim öpmeye kıyamadığım Zühre’me…

Düşünemedim. Fazlasını düşünebilecek kadarına dayanmadı zihnim. “Çekilin!” diye bağırdım. Görüş açımı kapatmasınlar diye elimle çekilmelerini söyledim. “Çekilin lan!” 

Yapmamam için dil döküyorlardı. Boşaydı, onları duymuyordum. Düğün alayı yaklaşırken artık onları görmüyordum bile. 

Zühre bir atın tepesine oturtulmuştu. Bembeyaz bir gelinliğin içerisinde, üzerine kırmızı bir örtü atılmış şekilde getirtiliyordu. Silah elimde Zühre’me kayıyordu gözüm. Ona bakıyordum sadece. 

Gelin alayı damat eviyle yakınlaştıkça davulla zurnanın sesi buluşuyor. Çok geliyor. Beyazlar içerisinde gelin, hevesle bekleyen damata geliyor. Bu kadarı çok fazla geliyor. Şarkılarla eşlik edenler ekleniyor üstüne. 

Bir cenazede şarkı söylenir miydi? 

Ağıt yakmalılardı. Zühre’nin başlattığı bir ağıtı yakmalılar bu gece üstüme. 

Atı getiren Efkan, İshak’ın önünde durduğunda alkışlar çoşuyor. İshak elini Zühre’ye uzatıp attan indiriyor. Evin bahçesine gelin ve damat olarak birlikte giriyorlar. Yan yana yürüyorlar. 

“Ne izletiyorsunuz lan bana?” diye bağırdım. Bu bir kabus! Kabusa uykuda tutulmayışım işkence! “Çekilin önümden! Çekilin lan! Gidin!”

Çekilmiyorlar. Gitmiyorlar! İshak, Zühre’mi bahçesine götürüyor. 

Bir hışım kapıyı açıp indim. Üçü birden önümü kapattı. 

Hozan konuşuyor. “Abi! Katil mi olacaksın abi?!” 

Civan susmuyor. “Memet abi! Yapma! Pişman olacaksın!”

Baver yolumu kapatıyor durmadan. “İshak’ı öldürmekle olmaz abi! Sen Zühre’ye mi kıyacaksın?” Baver’i buldu gözlerim. Devam etti. “Nikah kıyılmış abi.” 

Bir darbe indi suratıma. Sandım ki gök devrildi üstüme. Bir ben kaldım altında. 

Zühre nikahlanmış. Ben girmişim yerin dibine. 

“Nikah çoktan kıyılmış abi. Zühre sana kıymış. Sen de ona mı kıyacaksın?”

Çok ötede bir kalabalığın ortasında Zühre’nin örtüsünü açmışlar. Altınlarla süslüyorlar beni bir başıma gömeni. Zühre gelene sarılıyor. Dudakları gülümseyecek gibi kıvrılıyor. 

Ben seyrediyorum. Başkasının oluşunu seyrediyorum Zühre. Sen mi kıyacaktın bana? 

Onca düşmanım dururken… Bana sen mi kıymalıydın Akşam Güneşi?

Öyleyse alsaydın eline silahımı. Benim silahım yakışırdı eline. Başkasının yüzüğündense benim silahım yakışırdı senin eline. Çekerdin tetiği, vurulurdum. Vurulurdum Zühre. Sen vursan ben oracıkta vurulurdum sana. 

Gözüm Zühre’den yanına kaydı. Orada olmaması gerekene diktim namluyu. Baver tuttu silahın ucunu. “Abi yapma.”

“Bırak!” Bırakmadı. Diğer elimle ittim kolunu. “Çık git lan!”

“Abi,” dedi namlunun önünü tekrar kapatırken. “Zühre’nin kocasını mı vuracaksın?”

Zühre’nin kocası. Zühre nikahlandı. 

Namlunun ucunu Baver’in alnına dek götürdüm. “Ne diyorsun lan sen?”

Hozan koluma yapıştı Baver’i vuracağımı sanmış olacak. “Abi!”

Baver biliyordu onu vurmayacağımı. Bu yüzden cesurca konuşmaktan kendini almıyordu. “Kaçıralım, dedim. İkna et diye geldik peşinden. Ne desem tamamdım ben abi. Bir saat öncesine kadar İshak’ı vuracağım desen… Ben ona da tamamdım. Ama şimdi sen Zühre’yi dul bırakacaksın abi. Bunu yapmak istemezsin.”

Zühre’nin kulaklarına altın küpe takıyorlardı. Yüzü buruştu. Acıtmışlardı. Küçücük bir küpenin iğnesi battı da canı yandı diye ben acıdım burada. 

Ben sana şu kadar olsun kıyamazken Zühre, nasıl oldu da bu kadar kıydın sen bize?

Şimdi İshak’ı vuracaktım. Zühre’nin elini tutmaya kalkan adam, yamacında verecekti son nefesini. Zühre’nin gelinliğine atacaktı kanı. Kirletecekti. Kirlenecekti Zühre. 

Üstündeki kan gelinliğini kirletti diye mi ağlayacaktı Zühre? Yoksa ölen adamın başına çöküp ağıt mı yakacaktı? 

Neden kabul etmişti? Benim ona her şartı sunduğumu bile bile nasıl kabul etmişti? Sevmiş miydi? Bizi önce yollar, sonra yıllar ayırmıştı. Aldanmış mıydı Zühre de? Üzerime başkasını sevmiş miydi?

Sevmiş olmalı. Bunca güzelliği üzerine kendi düğünü diye almıştı. Aydınlık çehresiyle, beni bıraktığı gün çok güzeldi Zühre. 

Bir kurşunun kocasını ondan alacağından bihaber, nasıl bu kadar güzeldi?

“Yapma abi,” dedi Hozan. “Bu saatten sonra sana yar olmaz. Katil olmana değmez.”

Zühre bana yar olsun diye mi çekmiştim silahı? Ayaklarına kapanacaktım. Onca sevmeme gelmeyen kız, silah çektim diye gelmeyecekti. Nikahını taze kıydıktan sonra bana yar mı olacaktı?

Ben artık Zühre’yi alamayacaktım. Neydi bu? İntikam mı?

Civan destekledi Hozan’ı. “Memet abi, yapma. Hozan haklı. Değmez artık. Başkasıyla ne için olursa olsun evlenenle olmaz bu saatten sonra. Kendine yazık edeceksin.”

Baver aldı yerini. “Nikah kıyılmamış olsa tamam abi. Dağıt ortalığı. Ama artık…”

Silahı çektim üstünden. Zühre’nin etrafını saran kalabalık onu benden koparttı. Efkan halayın başında dört nala koşan at misali turluyordu. 

İshak Uçar benimle hiç mücadeleye girmeden kazanmıştı. Bense kaybetmiştim. 

Ben Zühre’yi kaybetmiştim. 

O gün çektiğim silaha sürdüğüm kurşun İshak Uçar’ı bulmamıştı. Ama bugün burada biri öldürülmüştü. Katili ben değildim. Benim sevdiğimdi. 

Geri çekildim. Üstüme bir dünya derdi almış gibi ağır bir çekilişti bu. Son kez baktım düğün alayına. 

Zühre’yi bir daha göremedim. 

Uçar’ların eski evinin sokağında bir araç kalabalığı vardı. Sanki o gün bıraktığım düğünün konvoyu bugün buraya dolmuştu yine. Karşılayacaklardı beni. O gün benden aldıklarına karşılık bugün aldıklarına sevineceklerdi bir de. 

Kornaya bastım peş peşe. Hiçbir araba kıpırdamadı. Amcam yerinde dikleşti. “Ev jî çîye?*(Bu da nedir?)”

Camı aralayıp öndeki aracın sahibine seslendim. “Bassana lan kornana! Neyi seyrediyorsunuz?”

“Geri bas kardeşim. Polis kapamış yolu. Geçiş yok buradan.”

Polis sokak ortasını ne diye kapatırdı? 

Kemerimi çözdüm hemen. “Mem tu diçî ku?*(Mem nereye gidiyorsun?)”

“Bir şey var amca. Bu yolu kapatmaları için bir şey olmuş olmalı.”

Kapımı açıp indiğimde amcam da peşimden inmişti. Telefonum çalıyordu. Arabalar arasından dolanarak ilerlerken telefonu çıkardım. Baver’di arayan. Açacaktım ki polis arabalarını gördüm. Uçar’ların evinin önündeydi. 

Telefonu avucumda sıkıp oraya koşmam birkaç saniyeydi. Amcam ardımdan seslenirken ben çoktan şerit çekili bahçe kapısına varmıştım. İçeri girmeme engel olmak için kolumdan tuttu biri. “Olay yeri! Giremezsin!”

Bir korku allak bullak etti dilimi. “Ne olay yeri? Neyin olay yeri?”

Polis önüme geçerken, aralık kapıdan sağlık görevlileri çıkıyordu. Bir sedyenin tıkırtısıyla geldiler bahçe kapısına kadar. Sedyede kanlar içerisinde yatan adamı tanıyordum. Cafer’di. İshak’ın babası Cafer Uçar’dı. 

“Kerem,” dedim bilinçsizce. Beni tutan polisi aşmaya kalktı kollarım. “Kerem!”

Polis sayısı arttı bir anda. İçeri sokmamak için iki kolumdan tutulmuştum. “Bebek vardı!” diye bağırdım beni anlamaları için. “Kerem! Bebek vardı yanlarında!”

Bir başka sedye çıkartıldı. Üzeri örtülüydü. Bu bir cesetti. 

“Bırakın lan beni!” diye bağırdım beni tutanları itip. “Benim oğlum bunlarlaydı! Kerem!”

☀️☀️☀️

Ve zihnimde Zühre’nin sızlanışı yankılanır. “Kerem. Kerem’im. Kerê min.*(Eşeğim.) Kurê min.*(Oğlum.) Senin orada ne işin vardı?”

Görüşmek üzere Akşam Güneşi☀️

4.5 8 Oylar
Article Rating
Abone
Bildir
guest

14 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
Şerife
Şerife
1 ay önce

Gidişimde beni uğurlamak isteyecek olan kız dönüşümde benden ayrılmak istemişti

Oyle bır zaman kollamıskı yılan seb olsan zaten boyle olmazdı

Şerife
Şerife
1 ay önce

Abla!” Esme koşarak geldi yanına. Bana baktı göz ucuyla. Zühre’yi çekiştirmeye başladı.

Mal esme ustune vazıfe olmayan her lafa atlıyordun sımdıde konussana

Şerife
Şerife
1 ay önce

Bırakın lan beni!” diye bağırdım beni tutanları itip. “Benim oğlum bunlarlaydı! Kerem!”

😭😭😭😭😭😭😭😭😭

Lal
Lal
1 ay önce

ilk nefretim git kelimesineydi ikinci de gelme kelimesine oldu

Lal
Lal
1 ay önce

sen ki kardeşinden kıskanan adam bunlardan mı kıskanmayacaksın

Lal
Lal
1 ay önce

o şimdi ağlıyor da senin ona katılman da çok uzun sürmez

Lal
Lal
1 ay önce

sen süpriz yapma zühre gözünü seveyim

Lal
Lal
1 ay önce

oy civanım oy sen ve yarenin bu aşk için çok çabaladınız ama sizin aşkınız sır gibi kaldı

Lal
Lal
1 ay önce

yav memet burda bari anla civan neden nuşene dedi bi düşün be

Lal
Lal
1 ay önce

her şeyi bilen xezaldi be memo üstüne niye düşmedin

Lal
Lal
1 ay önce

gerçekten katil oldun memet ama o yüzük yüzünden değil

Lal
Lal
1 ay önce

ulan her şeye rağmen selini uzattın ya memet çocuğuyla evine almana kapıyı açmana şaşırmamak lazım

Lal
Lal
1 ay önce

senin kurşunun değil ama bi pisliğin kurşunu aldı onu

Lal
Lal
1 ay önce

senin oğlunu senden uzağa götürdü hain şerefsizler

Scroll to Top
14
0
Düşüncelerinizi duymak isterim, lütfen yorum yapın.x