Bir kapının açılma sesiyle aralandı gözlerim. Boynumu hafifçe kaldırdım. Odanın karanlığı dikkatimi çekti ilk.
“Memet Bey.”
Şirketteki oturma grubunda uyumuştum. Sekreter kızın sesiyle kalktım. “Söyle Eda.” Sesim huzursuz uykumun yorgunluğuna düşmüştü. Boğazımı temizleyip elimi yüzümde gezdirdim. “Saat kaç?”
“Dokuz olmak üzere.” O kadar uyumuş muydum? Bileğimdeki saate baktım. “Siz rahatsız etmeyin deyince gelmeyeyim diye epey bekledim ama geç olunca babam beni almaya gelmiş. Artık çıkmam gerektiği için…”
“Kusura bakma,” diyerek kalktım. “Herkes çıktı mı?”
“Çıktılar.”
“Sen de çıkabilirsin,” dedim ilk. Çıkacakken ekledim. “Yarın geç gelebilirsin Eda. Dinlen biraz.”
Teşekkür mahiyetinde başını sallayıp çıktı. Ceketimi bıraktığım yerden alırken telefonumun nerede olduğuna bakınıyordum. Ceketimi giyip masadaki açık dosyaları kaldırdım. Birkaç tanesinin altında kalmıştı. Alıp ekrana baktım. Birkaç cevapsız çağrı vardı. Halamdan, babamdan, evden, Hozan’dan, Baver’den. Direkt Baver’i aradım. “Ne oldu?”
“Günaydın başkan. Sen açmayınca Eda’yı aradım. Çalışıyorum diye bizi kekleyip şirkette uyuyorsunmuşsun. Memetspor’a yakışmadı.”
Şaka kaldıracak kadar ayık değildim. “Ne var? Niye aradın?”
“Bir işim çıkmıştı. Belki karını sen halamlara bırakırsın diye aradım da açmayınca Hozan’a devrettim. Gelmeyi düşünüyor musun?”
Arabanın anahtarını masanın üzerinden alıp odadan çıkarken biraz ayılmıştım. “Ne işi Çakal? Sana yengeni sen götürüp getireceksin demiştim!”
“Bavo zaten dönüşte ben getireceğim eve. Ne kızıyorsun hemen? Sadece acil işim çıktı diye Hozan’la gittiler.”
“Başlarım senin işine!” diye bağırdım basamakları inerken. Sesim boş şirkette yankılanmıştı. “Ne zaman gittiler?”
“Sorguya gerek yok başkan. Daha şimdi aradım. Halamdalarmış, çay içiyorlarmış. Bağırmaya yer arama yani. Çok merak ediyorsan karını, ara. İçin rahat etsin.”
“Kapat hayvan herif!” Kapat dememe rağmen ben kapatmıştım. Hozan’ı aradım hemen.
“Abi?”
“Neredesiniz?”
“Halamda…” dedi gayet normal bir sesle. “Bir şey mi oldu?”
Kapıya kadar koşar adım gittiğimi fark edince durdum. Neye telaş yapıyordum? Saçma sapan bir vakitte rahatsız bir uykunun gerginliği kalmıştı üstümde. Baver’in de Zühre’yle olmadığını duyunca telaşa kapılmıştım hemen. “Sorun yok değil mi?”
“Yok, yok. Yengem kadınlar odasında. Çay içiyorlardı kız tarafıyla. Niye? Bir şey mi olmuş? Bakayım?”
“Bak bi,” dedim şirketten çıkarken.
“Hemen kadın odasına gidiyorum.”
Güvenliğe kapıları kapatması için işaret verip aracı park ettiğim yere yürüdüm. Hozan’ın da evin içerisinde yer değiştirdiğini değişen ortam sesinden anlıyordum.
Kadın sesinin yoğunlaştığı bir ortama geçti. “Yenge! Ji kerema xwe were.*(Lütfedip gel.)”
“Çağırmana gerek yok,” dedim arabaya binerken. “Gördüysen tamam.”
Kapımı kapattığımda Zühre’nin sesini duymuştum. “N’oldu Hozan? Çocuklar mı uyanmış?”
Çocuklar yanında değil miydi?
“Yok, abim aradı,” dedi Hozan Zühre’ye. Bana konuştu sonra. “Yengeme veri…”
“Gerek yok,” dedim direkt. “Otursun kadınlarla. İn sen aşağı.”
“Beni mi istiyor?” diye sorduğunu duydum Zühre’nin.
“Yok, sen içeri geç yenge. Ben aşağıdayım.” Bir sessizliğin ardından konuşmaya devam etti Hozan. “Kadın kapıya kadar gelmişti. Konuşmayacaksan ne diye…”
“Sana çağır dedim mi Hozan?” Arabayı çalıştırdım sinirle. “Çocuklar nerede?”
“Evdeler,” dedi önce. “Getirecektik de annemler Mir’i bırakmayınca…”
Sordum direkt. “Mir’i mi bırakmadılar?”
“Şermin mama mı ne hazırlamış herhalde. Kadınlar da ‘Kalabalığa sokmayın, evde kalsın. Şermin buradayken biraz sevsin,’ dediler. Zaten Kerem de uyuyordu. E senin karın da kapıda eli boş kalınca geri Kerem’i de getirmekten vazgeçti. Çocuklar evde kaldı. Çok oturmayız o yüzden. Birazdan kalkacağız.”
Allah’tan Hozan’ın ağzı çok sıkı değildi. Ben detay sormadan her şeyi anlatmıştı. “Tamam. Gözün açık olsun,” dedim kapatmadan evvel. Kapattığımda konağa giden yoldan çıkmış, halama doğru dönmüştüm. Hozan’ları alıp geçecektim eve. Madem çocuklar evdeydi, Zühre de çok kalmak istemeyecekti.
Durduğum ilk kırmızı ışıkta evi aradım. “Alo?” diye açan sesi ilk Zelal sandım.
“Çocuklar ne yapıyor?”
“Mir az önce kucağımdaydı. Yatacaktı. Halasına teslim ettim. Sen yoldasın galiba?”
Telefonu kulağımdan uzaklaştırıp numarayı kontrol ettim. Ev telefonunu Şermin mi açmıştı? “Kerem nerede?”
“Bilmem. Görmedim hiç. Uyuyordur. Zelal bakıyordu ona. Yakınsan eğer yemeği ısıta…”
Telefonu kapatıp Zelal’i aradım. Çaldığı gibi açtı. “Abi?”
“Neredesin?”
“Evde?” dedi şaşkın bir tonlamayla. “Niye?”
“Çocuklar evdeymiş. Bakıyor musunuz?”
“Evdeler, evet. Mir’i Şermin kapmıştı. Annemlerin dibinde yalakalanıyordu, hemen aldım elinden merak etme.”
“Zelal,” dedim uyarıcı bir sesle. “Kerem nerede?”
“Abi ne bileyim? Anası nereye bıraktıysa oradadır. Bekçisi değilim.”
“Zelal!” dedim bu defa sesimi yükselterek. “Git çocuğun yanına, biz gelene kadar orada dur.”
“Hanımefendi gezerken ardında kalan bakıcısı mı olacağım? Hem bana ne?! Xezal’a söyle.”
Tam bağırmak için ağzımı açacaktım ki Zelal’in olduğu yerden Kerem’in sesini çok net duydum. “Kerem mi o?”
“Ne bileyim kim? Of! Bir şey demeyeceksen kapatır mısın? İşim gücüm var.”
“Kal odada. Canımı sıkma,” diyerek kulağımdan indirdim telefonu.
Zelal’in dili ne ayarsız biliyordum. Belki Zühre’ye olan hıncından oğlunu sevmeye kalkmayacağını da tahmin ediyordum. Ama çocuk yalnızken ardını dönüp gitmeyecek kadar merhameti olduğuna şüphem yoktu. Kardeşimin dili o derece pisti ki azar işitse dahi sevmediği kadının çocuğuna baktığını söyleyip aferini kabul etmezdi.
Hiç değilse çocuklara bakıyordu. Aklım evde kalmayacaktı. Halamlara sürmeye devam ettim. Eve yaklaşmışken Baver aradı. “Neredesin başkan?”
“Halamlara varmak üzereyim. Sen dön git konağa.”
“Ben de şimdi gelmiştim. Kimse yok burada. Geleceksen gelme diyecektim.”
Başka bir kırmızı ışığı geç fark etmiş aniden durmuştum. Sarsıldı araba. “Nasıl kimse yok? Az evvel aradım Hozan’ı. Oradalardı.”
“Sakin ol birayê min*(abim). Demedi mi karın sana?”
“Neyi demedi mi Çakal?!”
“İja hemen hêrs nebe*(sinirlenme). Mesut eniştenin ablası hastaymış. Ölecekmiş herhalde.”
“Bizim kadınlarla ne alakası var Çakal? Hozan’lar nerede?”
“Yav bi’ dinle. Onu diyeceğim. Kadın ölüm döşeğinde diye toplanmışken oraya geçelim demiş halamlar. Senin karın da takılmış peşlerine, gitmiş. Varmışlar mı, bilmiyorum. Kapat sen. Ben bi’ Hozan’ı arayacağım.”
“Sen dur! Ben arayacağım! Bir defa laf söz dinlemeyi bilmiyorsunuz ya… Heywansınız hepiniz!”
Baver kapattığı gibi Hozan’ı aradım. “Buyur abim?” diyerek açtı.
“Neredesiniz lan siz?”
“Yoldayız abi. Mesut eniştenin ablası…”
“Başlatma şimdi!” diye bağırdım sözünü kesip. “Az evvel aradığımda eve döneceğiz demedin mi sen bana? Ne işiniz var sizin orada?”
“Yav bana ne bağırıyorsun? Ne bileyim haberin olmadığını? Karınla haberleşmiyorsan…”
“Zühre’ye ver telefonu!” diyerek böldüm sözünü.
“O başka arabada.”
Akşam akşam kardeşlerim tarafından sınanıyordum. Elimin altındaki direksiyonu parçalatacaklardı bana. “Yengeni yanından mı ayırdın Hozan? Hozan tu dixwazî ez te bikujim?*(Hozan seni öldüreyim mi istiyorsun?) Zühre nerede?”
“Transitte midem bulanıyor dedi diye Civan’ın arabasına geçmişti. Ne oldu…”
“Kurreder bû!*(Zıkkımın kökü oldu!) Heywan!”
“Abi anlamıyorum ki sen ne diye…”
Telefonu suratına kapatıp Zühre’yi aradım. Çaldığı gibi açıldı. “Neredesin sen?” diye bağırdım direkt. “Ne diye Hozan’dan ayrı…”
“Abi,” diye konuştu biri. “Yengemin telefonu evde.”
Xezal’ın sesiyle bu akşam el birliğiyle beni delirteceklerinden emin olmuştum. “Sende ne arıyor Xezal?” dedim zoraki sesimi kısarken. “Abicim yengene niye telefonunu vermiyorsun?”
“Kendi bıraktı. ‘Çocuklar ağlarsa hemen Hozan’ı ara gelirim,’ dedi.”
“Lan ev telefonundan…” diye kızacakken vazgeçtim. “Sen Kerem’in yanına geç abicim. Biz gelene kadar odada çocuklarla kalın.”
“Kerem Zelal’de. Yemek yediriyor şimdi.”
“Tamam. Mir’de de olsun gözünüz,” diyerek kapattım. Halamın evinin önüne geldiğim gibi Baver’in aracının yanında durup camı araladım. “Çakal! Bin arabaya!”
Beni görünce şaşırıp yanıma geldi hemen. “Ne çabuk geldin başkan? Benim kendi arabam…”
Başımı camdan çıkardığım gibi, “Ez erebe te li qûna te bigerînim!*(Arabanı götünde gezdiririm!)” diye bağırdım.
Suratı şekilden şekle girecek oldu. Sağa sola bakarak bindi arabaya. “Bavo ev çi hêrse?*(Baba bu ne sinirdir?) Ne olmuş?”
Baver kapıyı çektiği anda arabayı çalıştırdım. “Hozan şerefsizi Zühre’yi başka arabaya bindirmiş.”
Baver telefonunu çıkardı cebinden. “Ehmeqê Xwedê*(Allah’ın salağı!) Ben yanından ayırma demiştim. Yav senin şu kardeşin ne kadar serhişk!*(akıl tutmaz!)”
“Ben başta sana emanet ettim Zühre’yi Baver!” diye bağırdım Hozan’a olan öfkemi de üstüne ekleyip. “Hangi işin yengenden önemliydi?”
“Abi,” dedi alttan alacak bir sesle. “Şimdi mesele o değil. Susarsan yengemi arayacağım. Bağırma.”
“Telefonu evde!” dedim üst üste ne kadar saçmalık varsa dizilmiş akşama dövecek şekilde.
“Maşallah çi aqile?*(Maşallah ne akıllıdır? *Alay)” Ben yüzümü ona dönünce hemen ciddileşti. “Kimin arabasındaymış? Tanıdıktır inşallah.”
“Civan,” dedim huzursuzca. “Şu Civan’ı ara!”
Kimse mi kalmadı Zühre? Civan’dan başka kimse mi kalmadı arabasına bineceğin? Senin başkasının arabasında ne işin var Zühre?
Rahat bir nefes verdi Baver dediğimle. “Abim, ciğerim. Şunu desene baştan. Dedim acaba yengemi kim arabasına bindirmiş? Ne cesarettir akşam akşam? Bizim Civan’sa problem tınne.*(yoktur.)”
Baver’e döndüm hırsla. “Civan’ı ara, demedim mi?”
Telefonu kulağına götürdü hemen. “Temam bavo, bekle.” Telefon kulağında durdu öyle. “Çalıyor.” Yüzüme baktı. “Sen nereye sürüyorsun bu arada?”
“Neredelerse oraya.”
“Şimdi sana yanlış gidiyorsun desem…” diye tepkimi ölçmeye çalıştığında o sinirle direksiyonu bırakıp bir tane ensesine çaktım. Hemen koluyla kafasını kapatmıştı.
Sinirimi alamadım. Birkaç tane de sırtına vurup döndüm direksiyona. “Heywanê derengmayî!*(Geri kalmış hayvan!) Niye demiyorsun?”
“Biliyorsun sandım! Küfredeceğine sorsana!” Telefonu kulağından indirdi. “Açmıyor Civan. Sağdan dön, önceki yola gir sen hele.”
“Ne demek açmıyor?” diye sorarken direksiyonu çeviriyordum. “Açacak! Ara tekrar. Elimde kalacaksınız yoksa!”
“O Allah’ın emri gibi duruyor şimdi. Kızma. Arıyorum.” Tekrar kulağına götürdü telefonu.
“Açtı mı?”
“Bir dur çalsın. Senin karın ne diye telefonu evde bırakıyor?”
“Kes sesini! Açtı mı?”
“Çalıyor da…” deyip indirdi kulağından. Tekrar kulağına götürdü. “Alo. Şiyar abi. Yav bizim çocuklar ağlıyormuş, yengemi eve götürmek gerek. Civan’ın arabasındaymış herhalde. Aradım da açmıyor. Arabada başka kimse…” deyip duraksadı. “Yok diyorsun. Anladım. Sana zahmet Civan’ın arabaya bir selektör yapsana bizi bi’ arasın hayvan.” Bana eliyle dönmem gereken yeri işaret etti konuşurken. “Nasıl?” diye sordu bir anda ciddileşip. “Abi siz birlikte gitmiyor musunuz?”
Baver’den telefonu alıp kulağıma dayadığımda Şiyar konuşuyordu. “Gidiyorduk da… Yarı yolda Civan arayıp ‘Yenge çocukları merak etmiş, konağa sürüyorum,’ demişti. Orada ayrıldık. Biz halama vardık zaten. Onlar da konağa varmışlardır. Hayırdır? Çocuklara…”
Telefonu kulağımdan indirip yolun orta yerinde dönüş alıp karşı yola geçtim.
“Bismillah!” diye bağırdı Baver telefonu kapatırken. “Abim yavaş! Ne olmuş?”
“Ara! Ara ulaş o şerefsize!” diye bağırdım.
Civan’ın arabasında ne işin var Zühre? Kafana estiği gibi davranıp beni sinir hastası etmek miydi niyetin? Bir gün aramadım seni be kadın! Bir gün için sokak sokak peşine düşürmek zorunda mıydın?
“Abi açmıyor.”
“Açana kadar arayacaksın!” diye bağırdım kardeşime. Zühre’nin telefonunu aradım o sıra. “Xezal, yengen eve geldi mi?”
“Yoo…”
“Gelirse hemen beni arayacaksın. Tamam mı?”
“Tamam abi de bir şey mi…”
Telefonu kapatıp gaza yüklendim. Hangi yoldan gidiyordu bunlar?
“Heh. Civan,” dedi Baver sonunda.
Telefonu çekip aldım kulağından. “Neredesiniz lan siz?!”
“Memet…” diyen ses Civan’a ait değildi. Bu nefes nefese sesin sahibi şimdi elinde bıçak olsa boğazıma dayanacak olan kadına aitti.
“Zühre siz…”
“Memet yetiş!” dedi korku içinde. O bıçak boğazımı deşip ensemden çıkacak kadar hırsla dayanmıştı kursağıma. Ağır ağır kesikler atıyordu tenime. “Yolumuzu kestiler! Memet yolu…” dediğinde birkaç sokak öteden gelen kurşun seslerinin daha canlısı kulağımdaki telefondan geliyordu.
Bedenimde ne kadar kan varsa hepsi birden kurumuştu o dakika. Kaskatı kestim. Kafamın içinde kurşun sesleri arasında ağlayan Belkıs’ın sesi yankılanırken, kulağımda Zühre’nin bağırışı canımı almaya niyetliydi.
“Zühre!” diye bağırdım direksiyon avuçlarıma yapışacak gibi elimle bütünleşirken.
İki ayrı zamandaydım. İki ayrı kadında! Birini yıllar önce yüreğime gömmüştüm, diğerini aylar önce toprağa.
İki ayrı sınavdaydım. İki ayrı cezada! Birinin sonu belliydi, dizime kadar toprak içinde kalmıştım. Diğerinin ne başı vardı ne sonu. Sonsuz bir azaba davet ediyordu hiç durmadan.
İki ayrı andaydım ama aynı bedendeydim hâlâ! İkisine de koşmak için can atan bedenin içinde çaresizlikteydim daha!
“N’oluyor lan?” Yerinde dikleşen Baver son hız sürdüğüm sokaktan yükselen kurşun sesleriyle bana dönmüştü. “Lan yoksa…”
“Memet!” diye bağırdı Zühre telefonun ucunda. Kurşun sesleri gittikçe çoğalıyordu. Zühre’nin çığlığında feveran ediyordu adım. “Mem!”
Telefonu kulağıma dayamıştım. “Geldim!” diye bağırdım sokağın orta yerinde durup hangi yana gideceğimi anlamak için camları açarken. “Geldim! Burdayım! Geldim!” Soldan yankılanıyordu sesler o yana sürdüm. “Geldim Zühre! Korkma! Arabada kal! Korkma!”
“Memet gelme!” diye bağırdı sesi önceki kadar yakın gelmezken. “Memet duyuyor musun? Gelme! Silahlar…”
Baver belindeki silahı çıkardığında telefonu arabanın önüne atıp torpidodaki silahımı almıştım ben de.
“Civan’ın arabası!” dedi daha arabayı durdurmadan kapıyı açtığında. Aniden durdum. Kapıyı açtığım gibi dışarı attım kendimi. Civan’ın arabanın arkasındaydık. Baver’le aynı anda silahları kaldırıp sıkmaya başladığımızda Civan’ın yolunu kesen arabalardan biri geri geri yaparak kaçmaya çalışıyordu.
☀️☀️☀️
(Birkaç saat önce)
Akşam olmak üzereydi. Baver çekip gittiğinden beri gelmemişti. Memet zaten ortalıkta yoktu. Gulazer Hala beni aramış, erken gelip yemeğe katılmamı istemişti. Çocukları bahane edip çaya ancak gelebileceğimi söyledim. Ki zaten birinin gelip beni götürüp götürmeyeceğini bile bilmiyordum artık.
Akşam yemeğiyle oyalanmak üzere mutfağa geçtiğimde ocağın başında Şermin vardı. Halime Hanım masadan bir sandalye çekmiş, Mir kucağında Şermin’e direktifler veriyordu yapacağı yemek için.
Sanki Şermin gelindi, Mir de onun oğlu. Oğlunu kayınvalidesine emanet edip onun söylediği şekilde yemek yapıyordu.
Şermin neden misafir gibi davranmıyordu?
Mutfakta fazlalıktan ziyade silik bir hale düşecek oldum. Benim geldiğimin bile farkında değil gibilerdi. Öylece çıkıp gitmeyi gururuma yediremedim. Kendime iş üretme saçmalığıyla Kerem’e yoğurt ekmekten mama hazırlamaya giriştim.
“Memet abinin geliş vakti değil mi Halime Teyze?” diye sordu Şermin. Ekmek doğruyordum tabağa. Elim yavaşlamıştı.
Sana neymiş Memet’in geliş saatinden Şermin?!
“Belli değildir Mem’in gelişi,” dedi Halime Hanım. “Aradım, açmadı. Geç gelecek demek ki.”
“Geç gelirse ısıtırım yemeği zaten. Sorun değil.”
Mutfağın havası basmıştı beni. Şermin’e basmıyor muydu? Belki de ben gidip Memet’e yemek ısıtmanın ona mı kaldığını sorardım da utançtan ona da basardı mutfak.
Sakin kalmak için duymazdan gelmeye çalıştım. Biraz şeker ekledim tabağa.
Şermin konuşmaya devam etti. “Hem bakalım yemeğimi beğenecek mi? İlk defa pilavı tek başıma yapıyorum. Ayarı tutacak mı bakalım?”
Dolaptan yoğurt tenceresini aldığımda kapağı biraz sert kapatmış oldum. Memet’e neymiş Şermin’in nasıl pilav yaptığından?
“Tutar, tutar,” dedi Halime Hanım sanki kendi kızına yemek yapmayı öğretir gibi destekleyici bir sesle.
Bana iftira atıldığı günden bu yana böyle tatlı sesle konuştuğunu duymak nasip olmamıştı. Ne yapmaya çalışıyordu, anlamıyordum. Şermin’i gözüme mi sokmak istiyordu? Beni sevmiyordu, bunu biliyordum zaten. Ama sevilmediğimi daha da hissettirmek için gözümün önünde illa başkasını mı sevmeliydi?
Yoğurdu da ekleyip karıştırdım tabakta ne varsa. Halime Hanım o ara Şermin’e doğradığı patatesleri fırına atarsa Memet’in daha çok seveceğini söylemişti. Yoğurdu dolaba kaldıramadan çıkmıştım mutfaktan nefes almak için.
Neydi bu seferki çabaları? Şermin’i Memet’in gözünde şirin
yapmak mıydı hedefleri? Benden nefret etmeleri, bana iyi davranmamaları yetmeyecek miydi? İlla kötülük mü yapmak zorundalardı? Bana bu kadar kötü mü olmalıydılar?
Kerem’i biraz evvel yedirdiğim için yemeyeceğini bile bile elimdeki tabakla çıkmıştım avluya. Nefes almaya çalıştım. Yapamadım. Daralıyordum. Bunun havayla hiçbir ilgisi yoktu. Daralıyordum. İçim daralıyordu benim.
Memet hiç aramamıştı. Baver çekip gitmişti. İkisini de aramaya cesaret edememiştim zaten. Kaynanam da mutfakta benden evvel Memet’e almaya çalıştıkları kıza yemek yaptırıyordu.
Nefesim daralıyordu. Her şey üstüme üstüme gelirken ben elimde anlamsız bir tabakla avluda duruyordum.
Hiçbir yere ait olamıyorum. Hiçbir yerde kalamıyorum. Fakat artık hiçbir yerden de gidemiyorum.
Memet’le evliydim. Ama Memet’le evli gibi olamıyordum. Ne gelinliğimin bir hükmü vardı ne eşliğimin. Analığım bile sayılmıyordu Mir üstünde. Saçma sapan bir durumun içerisindeydim.
Ne yapacaktım? Gulazer halayı mı aramalıydım?
Elimi eteğin cebine atıp telefonu çıkarttım. Burnumu çekip halayı aradım. “Alooo…” diye bağırarak açtığında kabalık içinde olduğunu anlayıp aradığıma pişman olmuştum.
“Hala kabalalıktaysan ben rahatsız etmeyeyim. Önemli bir şey de…”
“Ca bisekine!*(Bi’ dur bakayım!)” diye bağırdı. Telefonu kulağımdan biraz uzaklaştırdım. “Hele çıkın gidin mutfağa! Ne işten kaçıp odalara doluşuyorsunuz? Hadi!” Birilerini kovarken araya giremiyordum. Bekledim mecbur. “Ha… Beje!*(Söyle!)”
“Hala önemli bir şey değildi. Ben öyle…”
“Önemli değildi ya ne diye yerimden kaldırdın beni?!” diye bağırdığında aradığıma tam anlamıyla pişmandım şimdi. “De bêje.*(Hadi söyle.) Kocan mı göndermiyor yine?”
“Yok hala.” Eve mi geldiği vardı? Sahi Mem, saat kaç oldu? Şirkette uyuyacak halin yok ya? Gelsene! “Ben dedim acaba ne yapıyorsunuz?”
“Ben sana erken gel dedim.”
“İşi gücü bırakamadım.” Elimi bir işe bile atamıyordum ki. Şermin tüm gün gelin gibi gidip gelirken ben hiçbir şeye dokunamıyordum bile.
“Beni niye aradın şimdi?”
Bilmiyordum. Ama keşke hala karşımda olsa da burada bana kızsa diye düşünmüyor değildim. O zaman mutfağa sokardı beni. Hanım ol, yemeğini sen yap, derdi. Halime Hanım’ın yerinde oturur, konuşurdu benimle.
“İçimden geldi hala,” dedim uyduracak yalan bulmayınca.
“Tamam kızım, anladım. Ne zaman geliyorsun buraya?”
“Yemekten sonra demişti Baver.” Tabii gelirse o da.
Peki sen neredesin Baver? Bir hışım gittin. Yoksa gelip yüzüme bakmayacak mısın bir daha?
“Tamam. Gel, bakalım.”
“O zaman ben çocuklara bakayım şimdi.”
“Hadi git bak.”
Telefonu kapattığımda bir parça tuhaf hissediyordum. Sanki halanın yanına gitsem derdimi kederimi anlayıp beni kurtarabilecek, bir parça olsun hafifletecekti bedenimi. Sanki konuşmak üzere sözleşmiş gibiydik şimdi.
Telefonu cebime sıkıştırırken oturma odasından çıkan Xezal’la denk geldik. “Baver gelmedi değil mi daha?” diye sordum belki aradıysa haberi vardır diye.
“Yok, yenge. Çıktığını bile görmemiştim ben.”
“İşi çıktı galiba,” dedim yüzünü yoklamak için. “Hiç konuşmadınız mı?”
“Yoo…” dedi omzunu kaldırıp indirerek. “Ben babamların gömleklerini ütülüyorum. İnmedim aşağı. Şimdi de yemeği…”
“Yemeği Şermin yapıyor,” dedim boşa yorulmasın diye.
“Niye ki?”
Gülümsemeye çalıştım. “Bilmem. Halime yengene sorarsın onu.”
“Niye? Sen mi yapmak isterdin?” diyerek Xezal’ın ardından çıkarak sohbetimize karıştı Zelal. Kollarını göğsünün altında birbirine geçirmişti. “Kıskandın mı yoksa?”
“Ne haddime?” dedim tabağı bir elimden diğerine geçirirken. “Sanki evin gelini miyim de? Sen Şermin’in yemeklerini bile benimkine tercih edersin belki de.”
Yüzüme hoşnutsuz bir ifadeyle baktı. “Ne Şermin’i sana tercih ederim ne de seni Şermin’e. Zaten ne kadar sevmediğim ot varsa burnumun dibinde olmuş bahar bahçe.”
“Üzüldüm Zelal,” dedim düz bir tonda. “Keşke daha az kişiden nefret etseymişsin sen de.”
“Keşke nefretimi hak edecek insanlar bu dünya üzerinde bana kalmasaymış!” diye çıkıştı bir adım öne çıkıp.
Xezal elini koluma koydu. Zelal’i biliyordu. Kavga edecek insan buldu mu kılıç kalkan kuşanıp savaş çıkartacak kadar hazır dolanıyordu.
Benimse Zelal’le savaşmaya istediğim hiç yoktu aslında. Yine de içim o denli dardaydı ki şunu demeden geri duramayacaktım. “Keşke nefretini hak eden onca insanı toplayıp bir konağa tıkmasanız siz de Zelal.”
“Seni kim tıkmış buraya? Gitseydin,” diyerek burnunu havaya dikti hemen. “Yerini hemen de yaptın. Her fırsatı çok güzel değerlendirdin. Gitseydin yine!”
Xezal bu kez Zelal’in koluna dokundu bir umut belki onu geriye çekerim düşüncesiyle. Zelal hemen kolunu çekti geriye. “Ne o? Bu kez de yerini mi beğenmedin? Şimdi mi gitmek isteyeceksin?” Yüzü gözü kararmıştı bana bakarken. “Seversin sen yerleşmişken gitmeleri zaten. Şimdi de denesene bi! Gidecek kimsen yok değil mi?”
“Yok,” dedim istediği cevabı ona vererek. “Gidecek kimsem yok.” Kendi söylediğim cümleyle kendi canımı yakmıştım. “Üstüne kalacağım Zelal. Ne yapacaksın?”
“Nah kalırsın sen!” diyerek bana yaklaşmaya kalktı. Xezal ortamıza girdi. “Çekil bi’ Xezal.”
Beni dara sokan bir şeyin sinirlerimin üstüne bastığını hissediyordum. Zelal’le Zelal olacak gibiydim. “Kimin kalacağına kimin gideceğine sen mi karar veriyorsun da?”
“Ben karar veriyorum! Ben!” diye diklendi Zelal, Xezal’ı aşmaya çalışırken. “Zoruna mı gitti?”
Xezal’ı aşıp ben durdum karşısında. “Hayır. Madem birini gönderebiliyorsun mutfaktakinden başla diyecektim. Yoksa senin borun bir tek bana ötüyor?”
Karşı karşıyaydık şimdi. Gülecek gibi bir ifade yokladı dudaklarını. “Sen aklın sıra beni mi fiştekliyorsun?” Durmadı. Güldü de. “Sen gerçekten kıskanıyorsun. Böyle kıskançlıktan alnın ortadan ikiye yarılacak neredeyse.”
Sinirlenmiştim. Tabağı diğer elime geçirdim manasızca. “Kimi kıskanacağım? Şermin kimmiş de kıskanacağım?”
“Şermin mi dedim ben?” dedi eğlenir bir sesle. Beni sinirlendirmekten kesinlikle keyif duyuyordu.
Keyiflensindi madem. “Oyun yapma Zelal. Onu kastettiğini ikimiz de biliyoruz! Annen Şermin’i kolluyor, sanki geliniymiş gibi ona veriyor işleri diye kıskanırım mı sanıyorsun? Kıskanmıyorum! Zerre umurumda değil hatta!”
Sanki üstüm başım değişmiş gibi baştan aşağı baktı bana. “Utanma. Ağla bir de. Kıskançlıktan ağlasana Zühre!”
Ben nereden bulaşmıştım ki Zelal’e? Ne beklemiştim? Sen de Şermin’i sevmiyorsun, ben de. Bana bulaşacağına git ona bulaş mı diyecektim? Ben ağzımı açamıyorum git sen bir şey yap mı diyecektim? Ben kimden ne beklemiştim?
“Canımı sıkma Zelal. Küçüksün demem…”
“Demesene ya,” dedi elinin tersini koluma hafifçe vururken. “Gelsene bi’ üzerime.”
Xezal bana değen elini tuttu hemen. “Ne yapıyorsun Zelal? Kadın hamile.”
“O gelip bana bulaştı farkındaysan?” diye çıkıştı kıza. “Aklınca beni fiştekleyecekti. Biliyor kendi ne kadar ezik, ne kadar zayıf. Kendi gidip bir şey diyemiyor. Ben Şermin’i sevmiyorum diye bana konuşuyor.” O hırsla bana dönüp devam etti konuşmaya. “Hiç bakma öyle. Suratına söylüyorum işte. Eziksin sen! Ciddi manada eziksin hem de. Paçan tutuştu diye hemen hamile kaldın. Baktın yine yerin sağlamlaşmıyor, gelene gidene musallat olacaksın ki annem üstüne gelin getirtmesin. Ama cesaretin yok senin! Gidip ağzını açmaya bile cesaretin yok!”
Yapamayacaktım. Şu anda Zelal’i kulak arkasına atıp gidemeyecektim. Bir şeyler taşacak gibi damarlarıma yapışmıştı. Açacaktım ağzımı. “Annen nasıl üstüme gelin getirtecekmiş?” diye çıkışan oldum. Zelal’e bir adım attım. Aramıza Xezal’ın sığacağı bir boşluk bırakmadım. “Kimin ne haddineymiş?! Benim kim olduğumun bi’ farkına var artık Zelal! Sevsen de sevmesen de yengenim senin! Yengen! O Şermin de bir halt değil benim başıma. Annen istediği kadar pohpohlasın. İstediği kadar yüreklendirsin. Benim gözümde bir şey değil!”
Xezal şaşkınlıktan sadece kolunu aramıza koymuştu. Kimseyi tutamıyordu. “Yenge tamam. Duyan olacak. Tartışmayın ulu orta.”
“Tartışmıyoruz Xezal,” dedim o sinirle. “Kabul etsinler etmesinler. Ben Memet’in karısıyım!” dedim bağırmaktan son anda dönecek bir sesle.
Zelal alayla güldü. Gülüşünün kısalığı sahteliğindendi. “Özgüvenin mutfaktan çıkınca mı patladı? Geçip içeride desene bunu. Annem varken, Şermin senmiş gibi yemek yaparken… N’oldu? Konuşuyordun? Yine desene ben Memet’in karısıyım diye. Yoksa senin borun da ancak bana kadar mıydı?”
Elimdeki tabağı Xezal’ın eline tutuşturdum. “Doğru diyorsun aslında. Ben sana ne konuşuyorum?”
Zelal tam da bunu bekliyor olacak gözlerini kısmıştı.
Xezal’a tabağı verdikten sonra bu kez ben gülümsedim sahte de olsa. “Abiniz birazdan işten gelir.” Tövbeler olsun kocamdan haberim yok. “Açtır. Benim yemek yapmamı bekler.” Benden hiçbir şey beklemez bu saatten sonra.
Mutfağa doğru dönerken Xezal’a konuştum. “Kerem Hozan’daydı. Ağlarsa ben mutfaktayım. Yemek yapacağım!”
Mutfağın kapalı kapısını açıp girdim o gazla. Göz ucuyla bana bakanlar hemen görmemiş gibi geri dönmüşlerdi.
Hanım ol Zühre! Memet’in karısıyım dedin demin Zelal’e. Halanın senden istediği gibi ol artık. Hanım ol!
Bluzumun kollarını dirseklerime çıkarıp alt dolaplardan birini açıp bir leğen çıkardım. Mutfaktan girdiğim hızda çıkıp kilere geçtim. Şermin’in pirinç pilavı yaptığını görmüştüm. Ben de bulgur pilavı yapacaktım o zaman. Leğene ev halkının hepsine yetecek kadar bulgur doldurup çıktım kilerden. Kızlar bıraktığım gibi oturma odasının önündeydi. Ne yaptığımı anlamaya çalışır gibi bana bakıyorlardı.
Mutfağa girmeden yanlarına durdum. Xezal’ın elinden tabağı aldım ama Zelal’e konuştum. “Şimdi benimle mutfağa gir. İstersen bir ömür bana küs kal. İstersen bana lanet ederek uyanıp, küfrederek yat. Ama şimdi benimle mutfağa gir Zelal.”
Hayatında daha saçma bir şey duymamış gibi yüzünü buruşturdu. “Ne yapayım, ne?”
“Peşimden gir işte,” dedim sinirime rağmen rica edecek bir tonda. “Şermin çıkınca istediğini yaparsın. Ama o içerideyken bozma beni. Hadi.”
“Sen kafanı bir yere mi vurdun kilerde?” Bunu gerçekten merak etmiş gibi sormuştu. “Az evvel şurada kavga etmedik mi biz? Umursamaz mısın sen Zühre?”
“Söz yarın yine kavga ederiz. Bu sefer daha büyük kavga ederiz hatta. Mutlu olursun. Ama şimdi beni bozma. Gel peşimden.” Cevap vermesini beklemeden girdim mutfağa. Durup yalvaramazdım artık. Gelirse gelirdi. Gelmezse de bir daha onunla kavga bile etmezdim.
Leğeni tezgahın üzerine bırakıp, çeşmede elimi yıkadım. Şermin göz ucuyla baktı leğenin içine. Leğeni alıp suya tuttum. Bulgurları yıkamaya başladım.
Geleceksen gel Zelal. İkiye karşı bir olmaktansa ikiye karşı bir deliyle olmayı seçecek gibiyim. Geleceksen hemen şimdi gel.
“O bulgur çok değil mi?” Zelal’in sesini duyduğumda bir an sevinçten gülümseyeceğimi sandım.
“Abin seviyor. Az bile,” diyerek suyunu süzdüm.
Sakın bozma beni Zelal. Sakın!
Halime Hanım hemen yerinde doğrulmuştu. “Bixer be Zelal?*(Hayırdır Zelal?)”
Zelal kollarını göğsünün altında kavuşturmuştu. “Şermin’e mi yemek yaptırıyordun anne? Misafirimize ayıp değil?”
“Ne ayıbı Zelal?” diye Şermin atıldı lafa. “Halime Teyze bana kızım derken ben misafir gibi mi oturup kalkayım?”
Bulgur için uygun büyüklükte tencere seçerken bu kez ben konuştum. “Valla Zelal’e de kızım diyor ama Zelal içeride oturuyordu. Tuttum getirdim, yemeğe yardım edecek.” Zelal inşallah şimdi bana sataşmayacaktı. “Sen istersen geç otur ama kalkma Şermin. Mir’le hasret giderecektin sözde. Bi’ elin boşalmadı gitti.”
Aldığım tencereye yağ döküp bulgurları ekledim. Ocaktaki hazır kaynamış suya uzandığım gibi konuştu Şermin. “Onunla çorba yapacağım.”
“Çorbanın kokusu midemi bulandırır şimdi. Hiç zahmet etme,” diyerek suyu bulgurumun üstüne döktüm. “Zelal tuzu getirsene.”
“Sağında. Alsana.”
Elime getirsen ölürdün Zelal.
“Pirinç pilavı yaptım bir sürü. Bulgura ne gerek vardı şimdi?” diye sordu Şermin memnuniyetsizce.
Tebessüm etmeye çalıştım. Ama içimden gelmediği çok belli, yüzüme çok yansımadı. “Canım bulgur pilavı çekti.”
Şermin’in gözü karnıma doğru kayacak gibi oldu. Bebeği kastetmemiştim ama öyle anlaması işime gelecekti.
“Şermin sen al Mir’i, geç odaya. Geldiğinden beri çok çalıştın. Dinlenirsin biraz.”
Şermin duraksadı bi. Sonrasında Halime Hanım yerinden kalkıp Mir’i uzatınca almak zorunda kaldı. “Yorulmamıştım. Zaten yemeği yarılamıştım. Ne gerek vardı? Bu saatte…”
“Zelal yardım edecek bana,” dedim kendimden emin çıkarmaya çalıştığım bir sesle. Zelal iki dakika daha beni bozmazsa, şükredecektim. “İnan sana hiç gerek yok.”
Halime Hanım’a baktı ne tepki vermesi gerektiğini seçemez gibi. Halime Hanım başıyla çıkmasını işaret etti. Mir’le birlikte çıktı nihayet.
“Ne oyundur bu?” diye sordu Halime Hanım direkt. “Zelal? Bixer be?*(Hayırdır?)”
“Bir şey olduğu yok anne. Şermin sinirimi bozuyordu. Çıksın istedim.”
Halime Hanım Zelal’e yaptığından hoşlanmadığını belli edercesine uzun uzun baktı. “Misafirdi. Heves etmişti.” Sonra bana döndü birden. “Sen ne demeye inmişsin mutfağa? Sana kalmış benim misafirimi kovmak?”
“Bu ev benim de…”
Lafımı tamamlamama müsaade etmedi. “Bu ev sana kalmamış!” Bulgur leğenini aldı elimden. “Bırak! Yalandan yemek üstüne yemek çıkartmışsın.”
Ona ne diyeceğimi bilemedim. “Halime Hanım…”
“Konuşma, hiç konuşma! Çık!” Ağzımı bile açmama izin vermeden Şermin’in peşinden beni kışkışlamaya kalkmıştı.
Diyecek tonla laf dilimde dolanıyordu. Ama daha ben konuşamadan Yekta amca gelmişti kapıya. “Yemek hazır değil midir?”
Zelal babasına doğru çevirdi yüzünü. “Valla elimizde pirinç, bulgur ne ararsan var bavo. Ama hiçbiri daha pişmemiş. İlaç içeceksen az bekle.”
“De hadi kızım. Geçtir.”
“Hazır ediyorum,” diyerek annesinin elindeki leğeni aldı Zelal. Tezgâhın üzerine bıraktı. Çekmeden bir kaşık alıp bulguru karıştırdı. “Aşçı yarışı vardı ne güzel. Yemek nasıl bana kaldı?” diye söylendi kendi kendine.
Halime Hanım’ın bakışları altında bir gazla girdiğim mutfaktan olay çıkmasın diye yine aynı yoğurt tabağını alıp çıkmak zorunda kaldım. Salona doğru geçip bakındım içeri. Hozan’la Kerem vardı sadece. Geçip yanlarına oturdum.
Hozan havaya kaldırdığı Kerem’i indirirken yandan baktı bana. “Daha şimdi yedirmemiş miydin?”
“Ona getirmedim,” dedim. Zaten tabağı niye getirmiştim ki?
“Benim de damak zevkime uymayacak gibi,” dedi gülerek.
“Ben yiyeceğim Hozan. Oldu mu?” Bir kaşık alıp ağzıma götürdüm hatta. O ana dek aç olduğumu fark etmemiştim. Bir kaşık daha aldım.
“Afiyet,” dedi Hozan garip bir sesle. “Ne demişim? Afiyet olsun yenge.”
Ağzıma bir kaşık daha alırken arkama yaslandım. “Abini arasana. Geç mi gelecekmiş?”
Direkt telefonunu çıkarıp aradı neyseki. Bekledi, bekledi, bekledi. Hozan’la bekledim. Telefonu indirdi kulağından. “Açmadı.”
Niye açsın? Niye eve gelsin? Niye benimle aynı yatağa yatsın? Niye benimle konuşsun ki Hozan?
Sinirlerim hayli gelgitliydi. Bir kaşık daha ağzıma atıp çiğnedim. “Baver peki? Halaya gidecektik? O gelmeyecek mi? Arasana.”
“Onu da arayalım bakalım,” diyerek Baver’e geçti. Neyse ki Baver açmıştı. “Abim neredesin?” Biraz dinledi karşı tarafa. “E yengem bekliyor?”
Gelmeyecek mi? Bana çok mu kızgın? O da mı benimle konuşmayacak? Ben sevdiğim herkesi mi kaybedeceğim Hozan?
“Tamamdır,” diyerek kapattı Hozan telefonu. “İşi uzamış. Seni ben götürecekmişim.”
Kesin(!) işi uzamıştı. Benden kurtulmuyordu da işi uzamıştı.
“Öyleyse gitmeyelim Hozan. Madem kimse gelmeyecek. Biz de gitmeyelim.”
“Yok. Gelecek. Doğrudan halama geçecekmiş. Sözü varmış. Oradan halamları bir yere mi ne götürecekmiş. Gelecek o yüzden.”
Hala için gelecekti. Benim için gelmeyecekti. Demek Baver de benden gitmişti.
Keşke hiç anlatmasaydım. Keşke Hozan hiç duymasaydı. Baver’i peşime takmasaydı. Hiç konuşmasaydım ben de. Kızgındı, dargındı ama vardı Baver. Şimdi onu da kaybetmiştim.
“Yenge.”
Hozan’ın seslenmesiyle tabaktaki kaşığı ağzıma götürürken baktım ona. “Söyle.”
Kaşığı ağzıma sokarken odanın girişinde duran Yekta amcayla göz göze geldik. Kaşığı olduğu gibi ağzımdan çıkartıp kalktım ayağa.
“Rûne bûkamin, rûne*(Otur gelinim, otur),” dedi önümden geçerken.
Otur demişti ama imalı demişti. Sözde mutfakta yemek hazır değil dedikten sonra adamın önüne düşüp, salonda yemek yiyor olmam çok ayıp olmuştu. Hozan’a baktım kızacak gibi.
O da bana bakıyordu ‘Benim suçum ne?’ der gibi. Tüm suç onundu o an bana göre. Hoş olmayan bir bakış atıp elimdeki tabakla çocuk gibi çıktım salondan. Avluda durup kaşığı ağzıma soktum. Tabağı bitirmek için son bir kaşık kalmıştı, onu da ağzıma atacakken Koçer amcayla göz göze geldim bu defa. Maalesef kaşık ağzımda olduğu için bu kez boş çıkarttım. Ağzımdakini yutamadım da. Tabağı benle alakası yok gibi ardıma doğru götürüp, ağzım dolu öylece durdum.
Bir şey demedi Koçer amca, yanımdan geçip salona geçti. Ağzımdakini hızlıca çiğnedim. Salonun kapısı açıldı. Hozan gülerek çıktı. Kerem’i sallandırarak geldi yanıma. “Amcam diyor ki geline bir sofra bir şey kurun. Günahtır ayakta yiyor.”
Boş tabağın arkasını Hozan’ın omzuna vurdum acıtmayacak sertlikte. “Bir de gülüyor musun? Sallama çocuğu.” Kerem’i aldım elinden.
“Doyduysan gidelim?”
“Abinler gelsin. Öyle çıkarız. Çocukları yedireceğim o zamana kadar. Mir’i getirsene odaya.”
Hozan başını sallarken odama çıktım. Mir de biraz sonra gelmişti. “Ne saçma sapan bir gün,” dedim ne desem dinlemek zorunda çocuklarıma. “Siz de artık bana gelmiyorsunuz. Memet’le Baver de gelmiyor zaten. Kimsenin Zühre’ye acıyacağı yok mu? Bana karşı cephe mi olacak bu kadar adam?”
Mir’i göğsüme yaslayıp emzirirken devam ettim. “Ona neymiş Memet kaçta gelecek? Daha ben arayıp soramıyorum. Yalan mı Mir? Babanı aramış mıyım? O aramış mı beni? Şermin’e mi kalmış sormak?”
Kerem dizlerine yükselip Mir’e uzanıyordu yine. “Rica edeceğim bugün kavgaya doydum. Siz uslu durun.” Kerem’i yanıma oturttum. “Doydum da değil aslında. Kavga kavga olsa gireceğim. Halime Hanım pohpohluyor o kızı. Maşallah Şermin de hiç bana ne düşmüş demiyor, her işe atlıyor.” Kerem oturmayınca ayağa dikip, tek elimle tuttum düşmesin diye. “Memet abi demiyor mu bir de? Hani tepeme kan atmasa kanım çekildi diyeceğim. Enişte diyordu ne güzel. Yarın öbür gün Memet demeye de kalkmasın Kerem?”
Kerem ayakta duramamış, düşmüştü. “Hiç benimle ilgilenmiyorsunuz,” diye söylendim ikisine birden. “Yıkamadım da sizi. İnsan içine çıkartacağım. Aey bu kadının çocukları ne kadar qirêj*(kirli) diyecekler. Hep birlikte utanacağız.” Gerçi ben temizdim. Ama çocuklarıma kirli deseler ben üzerime alınacaktım. “Hep Memet’in suçu. Geç geliyor. Erken gidiyor. Sanki iki kelime mi ediyor? Belki yardım isteyeceğim? Belki sizi birlikte yıkacağız?”
Mir sütü bitti diye ağzını memeden koparmış bana bakıyordu. “Doymadın değil mi?” Kaldırıp yanağından öptüm. “Ben de doymadım ki. Biraz daha yiyeyim. Uyumadan yine emziririm. Anlaştık mı?” Ağzını meme ucu arar gibi yanağıma sürtüyordu. Üzerime alındım. Beni öpüyor saydım. Yanaklarından birkaç kez öptüm. “Bana nasıl da mis kokuyorsunuz siz. Mis mis!” Kerem kıskanmış, tülbentimden çekmişti beni. “Bu çocuk da mis kokarmış ama.” Boynundan eğilip öptüm birkaç kez. “Tadı da ne tuzluymuş. Ter içinde bırakmış Hozan amcası.” Çocukları önüme koyup sırayla alt üst değiştirdim.
Xezal gelip Mir’i istedi. Ben de Kerem’i alıp indim aşağı. Sofra kuruluyordu. Hozan salona bir tepsi götürüyordu. Hızlı birkaç adımda yolunu kesip tepsiye baktım. Bulgur pilavının yanına avsir*(patatesli sulu yemek) yapmıştı Zelal. Şermin’in pirinç pilavı da tepsideydi. “Pirinç pilavını götürme,” dedim hemen. “Bulgur pilavını yiyin.”
“Niye?”
“Pirince tuz atarken kapağı düşürdü Zelal. Tansiyonu fırlar babanların. Yaşlılar, günah. Pirinç yemeyin siz.”
“O zaman siz de yemeyin,” diyerek mutfağa döndü Hozan hiç sorgulamadan.
“Yemeyiz, yemeyiz,” dedim peşinden giderken. “Abinlere de söyle tamam mı? Asla ama asla yemesinler.”
Pirinç tabaklarını tezgâha bırakırken güldü Hozan. “Sanırsın tuz değil, siyanür koydunuz içine. Dökseydiniz madem.”
“Nimettir. Günah. Ben sonra bir şey yaparım ona.”
Hozan kalanıyla çıkarken Zelal kadın sofrasını kurduğu tepsiyle geldi mutfağa. “Pirinçler geri dönmüş?” diye ortaya sordu.
Şermin de başka tepsiyle geldi Zelal’in peşinden. Kerem’i hoplattım kucağımda. “Xezûrê min jê hez nekir*(Kayınbabam beğenmemiş),” Şermin’in ifadesi bozuldu. Çaktırmamak için tepsiyi bırakırken tabakları alıp tencereye geri boşalttı.
Zelal bana pek de inanır gibi bakmıyordu. “Babam pek yemek ayırt etmezdi?”
Allah aşkına bozma beni Zelal. “Ne kadar beğenmemişse artık?” dedim kaşlarımı sorgulama der gibi kaldırıp indirirken.
Bu bakışı hatırlıyorsundur Zelal. Nuşen’le az yapmadık. Bozma işte beni.
“Babam sevmediyse abimler hiç yemez. Kaldırıyorum dolaba,” diyerek tencerenin kapağını kapattığında rahatlamıştım. “Olmadı sabah kediye köpeğe veririm.” Buzdolabının kapağını açtım onun için. “Şermin bir daha lütfedip bize yemek yapmazsan inşallah, ziyan olmaz nimet.”
Şermin dayanamayıp karşılık verdi. “Halime Teyze istemezse yapmam Zelal. Ben de çok meraklı değilim bi…”
“Meraklı değilsen, annemi yemek yapmayı öğrenme isteğinle kandırmaya çalışmazsın Şermin. O da sana acıyıp öğretmeye kalkmaz,” diye lafı tıkadı kızın ağzına. Ha gayret Zelal. Dilinin işime yaradığı bir yer olsun. “Sen zaten topu topu kaç gün kalacaksın? Biraz kafa dinlesene.” Tencereyi koyunca kapağını kapattım. “Yengen doğum yapacakmış ya hani. İşler sana kalacaktır. Bir daha bu rahatlığı bulamazsın.” Çekmecelerden birini açıp kaşık çatal çıkardı sayıyla. “Hatta iyisi mi sen bu güzel günlerini de misafirlikle harcama. Evinde yan gelip…”
Şermin hemen lafa girdi. “Alttan alttan kovduğunu fark etmiyor muyum Zelal? Halime Teyze arayıp gel diyor, sense git diyorsun. Oyuncak mıyım ben?”
Çekmeceyi sertçe kapattı Zelal. “Oyuncak değilsen gel denilince gelip git denilince gitme. Bi’ kendi aklın, kendi kararın olsun. Duracağın yeri bil. Herkese Zelal mi had bildirecek illa? Kimse yerini kendi kendine bilmeyecek mi?”
Taşı laf arası bana da atmış gibi olmuştu ama zerre üzerime alınacak durumda değildim. Ruh halimin saçma gelgitlerinde şu an sinirimden sıyrılmış halimde iyiydim. Sadece yemek yemek istiyordum.
“Sen niye bu kadar telaş ediyorsun Zelal?” diye diklendi Şermin. Kerem kaymasın diye kucağımda hoplattım. “Niye benden korkuyorsun bu kadar?”
Zelal’e baktım yüzünün alacağı ifadeyi kaçırmamak için. Şimdi sinirini ilk gülerek gösterecekti.
“Ben?” dedi tahmin ettiğim gülümsemeyle. “Ben senden korkuyorum?”
“Evet,” dedi Şermin burnunu havaya dikerek. “Korkuyorsun. Eskiden hiç umurun olmazdı gelmişim gelmemişim. Şimdi bir gün kalsam gözüne batıyorum. Hemen de sataşıyorsun?”
Kerem ağırdı. Kaymasın diye hoplatmak yerine çekili sandalyelerden birine dikkat çekmeyecek bir yavaşlıkla oturdum.
Umuyordum ki kavga edeceklerdi. Ve yine umuyordum ki bir kavgada Zelal kaybeden tarafta olmaya alışkın olmadığı için Şermin küsüp gidecekti. Biz de Kerem’le sofraya geçerdik. Ekmeği avsire banıp yerdik. Burnuma patatesin kokusu çok güzel geliyordu.
“Eskiden abime enişte demeyi bilirdin Şermin hiç değilse.”
Tam da demesini istediğim şeyi demişti. Şimdi kalkıp Zelal’in alnından öpsem şu sinirle beni döveceği kesindi. Yine de öpmüş kadar oldum tutamadığım gülümsememle. Kerem’in saçlarını öper gibi yaparak gölgeledim.
“Yaramdan vuruyorsun Zelal,” dedi Şermin yüzümdeki gülümsemeyi düşürecek bir sesle. “Benim ablam ölmüş. Enişte dedikçe aklıma ablam düşüyor diye diyemiyorum. Ben buraya onun oğlunu…” diye konuşurken birden konuşmayı bırakıp ellerini yüzüne kapattı. Ağlamaya başladı.
Başımı kaldırdım oğlumun saçları arasından. Zelal elindeki çatal kaşıkları sıkıyordu.
Şermin ağlamanın verdiği çocuksu sesle devam etti. “Ablamın taziyesinden bile kovar gibi gönderdiniz beni. Nasıl ağrıma gitti. Sizin de acınız var dedim, çektim sineye. Ama siz benim acımı hiç görmüyorsunuz.” İçini çekti birkaç kez, resmen salya sümük ağlamaya başlamıştı ve ben kucağımla oğlumla ne yapacağımı şaşırmıştım.
Zelal’e baktım. Yüzünden ne düşündüğünü bir türlü seçemiyordum. Kızgın desem değil, üzgün desem diyemeyecektim. Garip bir ifadeyle bakıyordu.
“Ablanın taziyesi dediğin kaç haftaydı Şermin?” dedi sonunda düz bir sesle. “Bizim de bir sınırımız vardı ve sen bunu aşıyordun artık. Seninle aynı odada kaldık haftalarca. Hatırla. Biz niye anlaşamıyorduk bi’ hatırla. Konunun ne yengemle ne de onun taziyesiyle bir alakası yoktu.”
Belkıs’a hala yenge diyor. Belkıs’ı gerçekten sevmiş.
“Hatırladım Zelal. İki üç elbiseni giymişim, eşyana dokunmuşum. Çocuk gibi azarlıyordun. Ben boş oda yok diye azarlamalarına katlanıyordum. Sözde misafirdim. Sözde yengenin kardeşiydim. Ablamı sevmeye gelince seviyordun. Onun hatrına gelince beni görmüyordu gözün.”
Zelal’e göz ucuyla baktım. Acaba biraz tahammüllü mü olsaymış, diye düşünmeden edemedim. Şermin karşımızda içli içli ağlarken nereye bakacağımı şaşırıyordum.
“Sen beni ne yapıp da kızdırdığını çok iyi biliyorsun Şermin. Konu ne kıyafetlerimdi ne eşyalarım. Unuttum sanma. Kendini acındırmaya da kalkma. Zaten yengemin hatrı olmasa seni şu kapının önünden içeri dahi almayacağım, haberin yok. Haddini aşma. Gözüme sakın batma. Uslu uslu misafir ol, uzatmadan da evine dön. Bak bakalım yine sana sataşıyor muyum?”
Böyle de kovar gibi konuşmak olmuyordu. Kız karşımızda ağlıyordu. Ben de sert konuşmuştum zaten. İçerlemiş, dayanamamıştı.
Zelal’i bu kadar kızdıracak ne yapmış olabilirsin ki Şermin?
Şermin’in üzerine daha fazla gidilsin istemedim. “Yemeğe mi geçsek kızlar?” diye bir soru attım ortaya.
Zelal hemen yüzünü bana çevirdi. Yargılayacak bir ifadeyle baktı. “Bir şeye de karışma sen.”
Şermin’in önünde kavgaya giresim yoktu. Kerem’le kalktım ayağa.
“Ben evime gideceğim,” dedi Şermin elini yüzüne vurup gözyaşlarını silerken. “Memet abi gelsin, götürsün beni.”
Memet de zaten babanın şoförüydü ha Şermin?
Sinirlenmeden konuşmaya çalıştım. “Sofra yerde. Günahtır. Geçip yemeğimizi yiyelim.”
“Yemeyeceğim,” dedi Şermin burnunu çekerken. Çocuk gibi inat mı yapacaktı? “Ben sırf sen hamilesin diye yemeği yapayım, yük olmasın dedim. Elimden aldın. Şimdi de yemeğimi beğenmemiş gibi kaldırttın. Anlamıyor muyum ben? Zelal gibi sen de beni kovuyorsun.”
Hayda… Ben ne yapmıştım? Asıl Şermin benim gözüme batmak için her şeyi yapmıştı. Halime Hanım’dan aldığı cesaretle çok da güzel salınıyordu. Elinden bir yemeği aldım diye, beni mi haksız çıkartacaktı?
“İstemiyorsunuz beni burada. Gideceğim o zaman. Rahatlarsınız.” Burnunu çekti. “Memet abi gelsin, diyeceğim. Götürsün beni.”
“Sofra yerde dedim Şermin,” derken kızacak tonlamadan kurtulamamıştım. Düzelttim geri. “Sofradakiler bekliyor. Ayıp olacak. Gideceksen günler çuvala girmedi yarın seni Hozan…”
“Yemeyeceğim yemek!”
Ya sabır! Şimdi yemezsen yeme deyip gideceğim de vicdanım rahat vermeyecekti. Ağlayan kızı böyle bırakamazdım. “Ben seni kovmadım Şermin. Kovacak olsam sofraya çağırmam. Çocuk gibi kolundan mı götürmem gerek?”
Yüzüme küs bir çocuk gibi baktıysa yüzündeki tüm yaşları silmişti. “Halime Teyze kırılmasın diye geçiyorum sofraya,” diyerek çıktı önümden.
Ben de peşinden çıkacakken biri omzuma çarparak önüme geçmişti. Zelal’di. “Sen gerçekten geri zekalı bir salaksın.”
“Zelal…” dedim uyarıcı bir sesle. Şimdi bir tur da biz mi kavga edecektik? “Kelimelerine dikkat et artık!”
“Sen de dikkat et,” dedi oturma odasına gidecekken durup. “Kime ne diyorsun bir dikkat et. Bu kadar saf olma!”
Bu ne demekti?
Kaşıkları şıngırdatarak girdi oturma odasına. Peşinden geçtim ben de. Sofranın bir köşesine oturdum. Halime Hanım Şermin’in eli yok gibi tabakları önüne verirken, ben pirinç pilavını es geçip kendi bulgurumdan almıştım. Halime Hanım aksime pirinci almıştı. Zelal sadece kendi yaptığı avsirden yiyecek gibiydi. Ben de ona tavır yapıp sadece kendi bulgurumdan yemek isterdim. Ama avsirin patatesleri çok tatlı gelmişti gözüme. Önüme çekip biraz Kerem’e yedirdim önce. Sonrasında dayanamayıp biraz da ben yedim.
Zelal’in onca hakaretinden sonra gurur yapacaktım Müjde. Ama senin için yiyorum mecbur.
Xezal tabağını bitirdiği gibi doğruldu. “Gönül yengeme yemek götüreyim anne. Anahta…”
“Ben götüreceğim,” dedi Sosin Hanım başını yemeğinden kaldırmadan.
Xezal bana kısa bir bakış attı gibi hissettim. Sanırım Xezal’a Gönül’ün yanına gidişlerin yasaklanma sebebi bendim. Kabahatli olduğum için sessizce bulguru kaşıkladım.
Yemek boyunca Halime Hanım Şermin’le konuştu. Sanırsınız dünyaya bir Şermin gelmiş, hepsinin adına o konuşuyordu. Sofrada başka kimse yoktu. Başka kimseyle konuşacağı tek kelimesi yoktu. Sanki şuracıkta oturan bir gelin yoktu.
Kerem’in elindeki çatalı yüzüne gözüne vurmaması için alıp kalktım sofradan. Kirlettiği üstü değiştirip hazırlanacaktım ben de.
Üst kata çıktım. Odaya vardığımda yorulmuştum. “Ağırlaştın mı Kerem? Yoksa annen mi yaşlanıyor?”
İlk oğlumun üstünü değiştirip onu beşiğe bıraktım. Dolabı açıp karşısında durdum. Birkaç kıyafeti kafadan elemiştim. Kalanlar arasında iki tanesini çıkarıp üstüme tuttum. Rengi koyu olanın daha uygun olacağında karar kılıp üstümdekileri çıkardım. Kıyafeti yatağın üstünden alıp başımdan geçirdim. Üzerime tam olmuştu. Hatta fazla tam olmuştu ki göbeğim direkt aynadan el sallıyordu. Biri görecekmiş gibi bir telaşla çıkarttım üzerimden hemen, yere attım.
“Çok mu yedim ki?” Yan durup aynadan çıplak karnıma baktım. “Yoksa büyüyor musun Müjde?” Tüylerimin soğuktan diken diken olduğu halde üstümü giymeyi akıl edememiştim. Aynadan karnıma bakıyordum. Elimi kaldırıp üstünde gezdirdim. Çok sert değildi daha. Ama belliydi işte. Buradayım diyordu. Görünmek üzereydi.
Elim karnımın üstünde baktım kendime uzun uzun. “Ne yapacağım?”
Memet hamile olduğumu biliyordu. En korktuğum başıma gelmişti. Memet artık biliyordu. İki üç haftaya karnımı gizleyemeyeceğim zaman geldiğinde ev halkı da anlayacaktı. O zaman ne yapacaktık? Memet onlara evet benden değil mi diyecekti? Gizleyebilmenin bir yolu var mıydı? Gizlesem Memet bu sırra ortak olacak mıydı?
Ben senden böyle bir şey isteyebilir miyim Mem?
“Seni saklamanın bir yolu olsa keşke Müjde. Seni herkesten ve her şeyden koruyacak bir yolum olsa…”
Karnımı severken dalmıştım. Aynanın önünden çekilip çıkardığıma oranla karnıma gelmeden bollaşan elbiseyi geçirdim üzerime. Rengi fazla açık gelmişti ama ben bol oluşuna kaçıyordum. Yoksa böylesi parlak renkli bir sarıyı giymezdim.
Başıma elbiseme uygun bir örtü seçmek için açtığım çekmeden bari bu koyu olsun diyerek turuncumsu bir kahveyi seçtim. “Böyle de civciv gibi mi oldum?” Kerem’e döndüm. “Nerede bizim Mirişkimiz?” Beşikten Kerem’i aldım. “Ya vallahi sen büyümüşsün. Ağır olmuşsun. Taşıyamıyorum.” Gözümün değmesinden korkup üzerine Ayetel Kürsi okudum hemen. Yüzüne üflediğimde gözlerini kırpıştırıp gülmüştü. “Böyle güzel olma oğlum. Nazar edeceğim. Böyle şeker olma.” Birkaç kez öptüm sevgim içimden taşarken. Kerem onu öperken bana sarılmıştı. Uykusunun geldiğini bu yapışmadan anlamıştım. “Yatıralım mı seni? Hem belki sen uyuyana dek Memet gelir? Belki bizi o götürür? Ha Kerem?” Yatağa oturup yastığın birini belimin ardına diğerini ayağımın üstüne koymuştum. “Uzan bakalım. Memet gelene dek sallanalım.” Kerem’i sallamaya başladım. Gözünü ovuşturarak uykuya hazırlık yapıyordu. “Memet gelir değil mi Kerem?” diye sordum ama kendim cevapladım. “İllaki gelir. Hem bakalım Gulazer hala sarıyı sevecek miymiş?” Birden sevinecek oldum. “Ay Kerem. Ya Memet ‘Halam sarıyı sevmez, değiştir,’ der de benimle konuşursa? O zaman küslüğümüz düşer değil mi? Konuşuruz.”
Konuşur muyuz Mem? Ben seni ittim diye çok öteye savrulmadın ya? Gelirsin, konuşuruz. Konuşmamız gereken şeyler olur hem.
Konuşalım Mem. Sesini duyayım. Bir sesini duyayım da ne olursa olsun.
☀️☀️☀️
Görüşmek üzere Akşam Güneşi ☀️

Hemen kadın odasına gidiyorum.”
Koş koş
şerefsiz deme günah
buna da inan zühre Allah’ım ya acın var ama eniştene yaranmaya gelince acın yok oluyor bir anda
daha dur sen kaç tane bebe doğurcan be
ne olursa olsun dedin adamın sesini nasıl duydun yaa ettiğin duaya dikkat etsene